“bir dönüş romanı”
dünya
kitapları www.dunyakitaplari.com
Fırdöndü romanından bir bölüm:
"...
Otelde iyi anlaştığım arkadaşım
Selim Keçeciyan’dı. İşe başladığım sabah, bana ilk yakınlık gösteren o olmuştu.
Elini uzatıp “Ben Selim” dediğinde, ben de babam gibi: “Yavuz’u da var mı” diye
şaka yapmıştım... Birisi babamla tanışırken “Ben Mehmet” derse, babam
gülümseyerek, “Ali’si de var mı” diye sorardı. Babamın kendince en sevdiği
şakalardan biriydi her ön ada ikinci bir ad takmak... Görebildiği son kız
arkadaşım Ayşe’yi tanıştırdığımda, “Kadın’ı da var mı” diye sorarak kızın
yanaklarını kızartmıştı. Türkçe’de şaka ile alayı ayırt edemeyen benim yapmak
istediğim, ilk şaka ise hiç tutmamıştı: Selim’in yüzü ansızın, belli belirsiz
gerginleşmiş, biraz burukça gülümseyerek, neredeyse tersleyerek: “Yok!...
Yavuz’u yok” demişti.
Dedesi Kayserili, eskiden zenginlermiş. Anadolu’dan
yün yapağı toplayıp keçe yapar, İstanbul’a satarlarmış. Selim’in babasının
delikanlılık çağında bile alışverişe kafası basmayınca, akrabaları olan iyi bir
kuyumcunun yanına verip yetişmesini, şimdiki deyişle takı ustası olmasını
sağlamışlar. Belli ki, Ermeni olmalarından tedirgin olan babası oğluna ad
olarak, en kıyıcı, en gaddar ve en kahraman... İran, Irak, Suriye neredeyse
bütün Ortadoğu’yu, dünyadaki tüm Müslümanların hac için ziyaret ettikleri
Mekke’yi bile, Osmanlı topraklarına katarak Kutsal Emanetleri İstanbul’a getirip
Müslümanların ilk halifesi olmayı bileğinin hakkıyla kazanan, Yavuz Sultan Selim
Han’ın, Selim’ini vermişti. Arkadaşımın anlattığına göre, dedesinden ayrıldıktan
sonra işleri iyi gitmeyen zavallı babası, kan ter içinde günde on iki saat
çalışarak Selim’i paralı-yatılı Tarsus Amerikan Koleji’nde okutmuştu.
Çok akıllı, durgun, suskun, sırası gelince çok bilgili, çok okuyan
birisiydi. Belki de çok okumasındandır, gözlüksüz önünü göremeyecek denli
miyoptu. Söylediğine göre okumadığı erotik kitap yoktu. Bu romanları aslından
okuyarak İngilizce’sini ilerlettiğini söylüyordu. İstanbul’da, işletme bölümünün
üçüncü sınıfındaymış. Aklı fikri İngiliz kızlarındaydı. Tanışacağı kızlar, ille
de Londra’dan olmalıydı ki İngilizce’sini doğru dürüst ilerletebilsin... İyi bir
İngiliz kızıyla, çocuklu bir kadınla bile arkadaşlık kurabilirse, Londra’ya
gitmeyi kuruyordu kafasında. Sıska, kısa boylu, kalınca gözlük camlarının
ardından dikine bakan, mini mini çipil koyu kahverengi gözleri vardı, saçları
daha şimdiden alnından yukarıya doğru seyrelmeye başlamıştı. Diskolara
gittiğimiz zaman ben dans etmeye başlayınca çabukça yabancı kız bulabiliyor,
bunlardan uygun olanlarını Selim’le tanıştırıyordum. Selim, iyi bilirim dediği
İngilizce’yi konuşmakta çok zorluk çekiyor, o sıcak Bodrum gecelerinde alnından
terler fışkırıyordu. Bana en büyük iyiliği Türkçe’mi sürekli düzeltmesi,
Türkiye’yi, Türkler’i anlatması, kendi deyimiyle işyerindeki ayak oyunlarını da
öğretmesiydi. İş dışındaki boş zamanları çoğunlukla birlikte
geçiriyorduk
Selim’in, küçük bir teknesi olan arkadaşıyla birlikte,
izinli olduğumuz bir-iki gün içinde turistlerin bilmediği köylerdeki koylardan
birisine günlüğüne gitmeyi kararlaştırdık. İlk durağımız olacak Datça
Yarımadası, Türkiye’nin güneybatı ucundaydı. Haritaya baktığımızda, Ege ile
Akdeniz’in köşesindeki Marmaris’ten Knidos’a kadar, Rodos’a yetmiş-seksen
kilometrelik dar bir uzunlukla işaret parmağı gibi uzanıyordu. Anadilimden
çevirerek söyleyecek olursam: Datça Yarımadası’nın kuzey-üstü Ege, güney-altı
Akdeniz’di.
Datça’ya ulaşmak için tekneyle yol alırken koydan koya
değişen denizin mavi rengiyle, yemyeşil yamaçların nasıl bir uygunluk
gösterdiğini hayranlıkla izliyordum. Kıyıya yaklaştıkça, okaliptüs, palmiye,
kaktüs, keçi boynuzu, yaban bademi ve zeytin ağaçlarını görebiliyordum. Tekne
daracık koylara burnunu sokarken bükülüyor, her büklümde yüzümüze vuran denizin
tuzlu kokusuna, kıyıdan esintiyle gelen dağ kekiği kokuları
karışıyordu.
Selim’in, tekneyi kullanırken hiç konuşmayan arkadaşıyla
birlikte, önce Datça Yarımadası’nın ucundan aşağı bükülerek Akdeniz’in tuzlu
sularıyla yıkanan güney altındaki Palamut Bükü’ne gittik. O küçücük köy
iskelesinde, en az on beş-yirmi tekne demir atmıştı. Derme çatma güzelliğiyle,
birbirine hiç benzemeyen yapıda, balkonsuz, küçük pencereli pansiyon ve
motelleriyle, -tahta iskemle ve masaların yerini almış- plastik koltuk ve
masalarla donatılmış balıkçı lokantalarıyla Palamut Bükü, daha şimdiden kıyıda
gecekondu diyebileceğim bir kasabanın öncüsüydü. Romantik sevgili çiftlerin
unutamayacağı doğal güzellikteki bu koy, yabancı teknelerin yanında, görgüsüz
yerli tekne sahiplerinin de gösteriş alanına dönüşüyordu.
Akşamüstü ulaşabildiğimiz Palamut Bükü’nde, iskeledeki bağlanma
parasını pahalı bulduğumuz için, birer şişe bira içtikten sonra, geceyi geçirmek
için, buraya ulaşmadan az önce rastladığımız küçük koya döndük. Denizden koya
yaklaşırken kayalıkların altına serpilmiş gibi dağınıkça yayılmış bodur bitki
örtüsü, denizin mavisini yeşiliyle selamlıyordu. İpek gibi sarı kumların üstüne
kondurulmuş köy kahvesi gibi bir lokantada yemek yedikten sonra tekneye geçip
geceyi beklerken, koyun öteki yakasındaki hilâlin sivri ucundan müzik sesleri
gelmeye başlayınca, Selim’in çipil gözleri kalın camlı gözlüğünün altından
karanlığa doğru ışıldadı. Hemen pantolonlarımızı giyip şişme botumuza
atladığımız gibi kıyıya kürek çektik.
“Şu bizim Türklerin zekasına hayran
olmamak elde değil” diye düşünürken, az sonra, “Burası Türkiye değil!” diye
bağırmak gelecekti içimden... Nasıl anlatsam bilmem ki... İki metre boyunda dört
tane plastik su borusunu kumsala çakıp betonla berkitmişler, hasırla çevresini
bir buçuk metre yüksekliğinde sarmışlar, direkten direğe çapraz elektrik kablosu
çekip, sarı-kırmızı-yeşil-mavi-mor ampulleri sarkıtmışlar, oturmak için ahşap
duvar dibi sırası yerleştirmişler, köşedeki bir masanın üstüne de müzik setini
yerleştirince, al sana oturma odası büyüklüğünde tabanı yumuşacık kumlu Koy
Diskosu... Asıl beni hayretler içine düşüren, diskonun dans eden ve dans etmeyen
müşterileriydi. Sekiz on yaşındaki çocuklardan on yedi on sekiz yaşındaki çoğu
kız olan gençlere kadar, Türk-Pop müziğinin içli şarkıları eşliğinde dans
ederken. İki köylü genç garson da sıralarda oturan ninelere soğuk ayran, cola,
meyve suyu yetiştiriyordu. Evet!... Yerel giysileriyle en yakındaki köyden gelen
bu Datçalı ninelerin bu diskoda işleri neydi?... Ömrümüzde ilk kez, ninelerin
gittiği bir disko, ya da diskoya giden nineler görüyorduk. Bir saat kadar onları
izledikten sonra, üçümüz birden dönerken ben kürek çekiyor, içmeden sarhoş olmuş
bir mutlulukla denizden gökyüzündeki mehtaba doğru bağırıyordum: “Burası Türkiye
değil!... Türkiye değil burası!...”
O akşam
orada demir atıp teknede yattık. Ertesi gün, elimizdeki deniz haritasını
izleyerek Bodrum’a dönerken, dünyanın en eski limanlarından biri olan Knidos’u
geride bıraktık. Yarımadanın batısındaki en son kara parçası Deveboynu Burnu ile
Dil Burnu’nu geçtikten sonra gördüğümüz el değmemiş, sanki daha hiç kimsenin
ayak basmadığı kumsallar karşısında üçümüz birden büyülenince, ıssız uygun bir
koyda demir atarak Bodrum’a gitmeyi bir gün geciktirebileceğimizi
kararlaştırdık. Tekirbükü’nü geçince Murdala Koyu’na ulaştık. Daha sonra iki
küçücük adayı sol yanımızda bırakıp burnu döner dönmez Mersincik Koyu’nda, içe
doğru derin, kaşık gibi daracık bir koy bulduk. İki yanı sarp kayalıklarla
sınırlanmış, denizin kayaları oyarak neredeyse dev bir yumurta biçimine
getirdiği koya doğru yavaşça girip tekne incecik kumlara sürtününceye kadar
yaklaştık. Elli altmış metre uzaklıkta incecik altın renkli kumların bittiği
kayalığın dibine çirkin büyükçe iki katlı bir ev yapılmış, denize bakan kaba
alçılı alnına “Boncuk Motel” yazılmıştı. Yukarıya birkaç oda, aşağıya dört
sütunlu, kapısı penceresi olmayan, üç yanı açık bir lokanta yapılmıştı. Yemek
salonunun çevresine yapılmış alçak taş duvarın üstü, zeytin yağı tenekelerine
dikilmiş küçüklü büyüklü bin bir renkte umulmaz güzellikte çiçeklerle
donatılmıştı. Hiçbirinin adını bilmiyordum. Bıyıkları yeni terleyen, motelcinin
ergenlik çağındaki oğlu Atilla’ya sordum, çiçeklerin çevresini dolaşarak
hepsinin adlarını bir bir saydı: Açalya, kır orkidesi, aksümbül, zehirli zakkum,
kurtyemez, sarıdüğüm, delice, süs biberi, kedidili, gecefeneri, kaya kaktüsü,
kumleylak, üçgüller, hanım çantası, küstüm çiçeği... Bu çiçeklerin çoğu on bir
ay boyunca yalnız Datça yarımadasında açarmış. Motelin sahibi olan babası
eskiden yukarıdaki köyün kasabıymış. Dağ eteğindeki Cumalı köyünden buraya henüz
kara yolu yokmuş. Tepedeki köyden kıyıya inmiş, yüzümüze bile bakmayan kaba-saba
bir köy kasabının, çiçeğe olan bunca sevgisini nasıl açıklayabiliriz ki?... On
üç yaşındaki oğluyla burada yatıyor, tekne turisti bekliyormuş.
Selim’le
ikindiye dek yüzdük. Tekne sahibi genç arkadaş Selim’in önceden de söylediği
gibi hiç konuşmuyor, her fırsatta denize dalıyordu. Yine sessizce kaybolmuş,
kayalık diplere dalmaya gitmişti. Sabah erkenden kayalıkların kuytularına
saldığımız balıkçı sepetlerinden birine kocaman bir lagos, birkaç tane küçük
mürekkep balığı girmişti. Hemen iş bölümü yaptık, Atilla mangalı temizleyecek,
çalı çırpı kömür getirecek, ben salata yapacağım, Selim de balığı temizleyip
pişirecekti. Duş yaptıktan sonra Atilla’ya beş Euro bahşiş vererek buzdolabından
yeşillik, domates, soğan, turp, limon, salatalık ne varsa yeterince
çıkartmasını, beş altı tane de tabak getirmesini söyledim. Babamın sağlığında
yaptığı gibi çeşitli salatalar yaparak masayı süsleyecektim.
Salatalık
malzemeyi iyice yıkadıktan sonra, mutfakta, keskin bir bıçakla, yakın köylerde
üretilen sızma zeytinyağı bulduğumda, sevincime diyecek yoktu. Elimdekileri ince
ince keserek tabaklara dağıtıyordum. Mangaldaki kömür tütmeye başlamış, Selim ön
hazırlıklarını bitirmiş karşıma oturmuştu. Güneş kızgınlığını bir yana bırakmış
batmaya hazırlanıyor, ışıklarını kısıp bizi karanlıkta bırakarak geri çekilmeyi
bekliyordu. İşte tam da o anda motelin arkasından üç kişi belirdi. İki kadın bir
erkek. Ellerinde değnek, üçünde de kısacık şortlar vardı. Ayaklarındaki konçlu
botlarla badi badi yürüyüp bize gülücükler dağıtarak önümüzden geçtiler,
yanımızdaki masaya oturdular. Salata yapmayı sürdürürken öfkeyle
söylendim:
“Burada da buldular bizi!... Allah kahretsin!” Selim
gözlüklerinin üstünden onları izlerken: “Sus, bağırma. Hemen başlama yine!
Baksana biri bebek gibi, öteki idare eder.” Alayla karşılık
verdim: “Erkeği ne yapacağız?” Selim kapçık gözlerini
kırpıştırdı: “Siktir et, görmüyor musun hımbıl bodur, yavşağın teki.”
Gerçekten de kızlardan birisi ince uzun boylu güzeldi, Selim’in idare
eder dediğiyse üstü başı sarkık, pasaklı oldukça çirkindi. Oturur oturmaz üçü de
bize tanıdık gibi bakarak gülümsemeye başladılar. Salataları bitirdikten
sonra, tabakları örtüsüz tahta masamıza dizerek soframızı süsledim. Selim,
balığı dinlenmiş közün üstündeki ızgaraya yatırdı. Balığın üstündeki yeşil
fesleğen yapraklarının yanmaya başlamasıyla çevreye sarhoş edici, kışkırtıcı,
iştah açıcı nefis bir koku yayılmaya başladı. Yan masadakiler bize gülümseyerek,
“Mımmm...” sesleri çıkarıp canlarının çektiklerini belirtiyorlardı. Selim
gözlerini onlardan ayıramıyor, sürekli onlardan yana bakıyordu. Uyarmak zorunda
kaldım.
“Selim, önüne bak balığı yakacaksın!” “Unutmuyorum, bunlarda
iş var, çağırsana!” Neredeyse şiddetle: “Hayırrr!... Bozma keyfimizi!” diye
bağırdım. Güzel olanı yerinden usulca kalktı, salına salına geldi önümüzde
durdu, gözlerinin içi gülüyordu, elindeki sigarayı bana göstererek: “Ateş...”
dedi. Selim hızla davranarak, zippo ile kızın sigarasını yaktı. Yerine
otururken gözleri ışıl ışıl, gözlük camlarını parlatarak bir bana bir kıza
bakarak kasıldı. “Biliyorsun, batının en hızlı çakmak çeken kovboyu benim”
dedi. Sigarası yakılmış kız dişlerini göstererek başımızda dikiliyordu. Selim,
kızın başının üstünden yansıyarak gözlerimizi kamaştıran güneş ışınlarına karşı
eli kaşlarının üstünde, hayranlıkla bakıyordu. Sonunda kız elini bana uzatarak
konuşmaya başladı:
“Ben Beatrix, Alman, Stuttgart, ben aktrist, teater...
Arkadaşlar var çok iyi... Siz çok güzel yapıyo baaryam. Çok güzel yemek...
Beraber arkadaş, biz pansiyon Bodrum... oturmak, konuşmak, kontakt,
tanışmak...”
Sertçe kızın sözünü Almanca kestim: “Niçin?...
Neden?” Kız önce çok şaşırmış bir yüzle, hemen birkaç saniye sonra büyük bir
sevinçle anadilinde konuşmaya başladı: “Oh... siz Almanca biliyorsunuz, biz
üç arkadaşız. Aynı tiyatro topluluğunda çalışıyoruz, Stuttgart’ta oturuyoruz.
Beş gündür Bodrum’da bir pansiyonda kalıyoruz. Yarın bulabileceğimiz bir
tekneyle Bodrum’a döneceğiz. Siz çok güzel eğleniyorsunuz, çok güzel salatalar
hazırlamışsınız. Sizlerle tanışmak istiyoruz, birlikte oturabilir miyiz?” Yine
kuru bir sesle kızın sözünü kestim:
“Ben de arkadaşımla tatil yapıyorum.
Tatilde Almanca konuşmayı hiç sevmem...” “Böyle güzel Almanca’yı nerede
öğrendiniz, hiç aksansız konuşuyorsunuz?” Sıkıntıyla, yalan söyledim:
“Almanca’yı İstanbul’da Alman Lisesinde öğrendim. Yemekten sonra buradan
ayrılacağız... Arkadaşımla baş başa konuşurken, bir de sizin benimle ilgili özel
sorularınıza Almanca yanıt vermek istemiyorum. Ben de bir egoistim. Bırakın
tatilimiz bize kalsın” dedim. Selim söylediklerimi anlamış gibi: “Lan
manyak mısın sen!... Ötekileri de çağırsana!” diye beni payladıktan sonra, karşı
masaya doğru el kol hareketleriyle bağırmaya başladı: “Please... Please...
Welcome please!”
Olan olmuştu, kendi kendilerini hem masamıza hem de
yemeğimize ortak ettirmişlerdi. Kız hemen Selim’in yanına yaslanırcasına,
karşıma otururken, ötekiler de sevinçle ayaklanıp koşuşturdular.
Ben
eskiden insanlara karşı böylesine kaba değildim. Türkiye’ye yerleştikten sonra
iyice belirginleşen, ikiye bölünmüş kimliğimden her biri ayrı ayrı, olaylara iyi
ya da kötü, işte böyle tepki gösteriyordu. Kimi kez yanlış yerde, yanlış
zamanlarda... Yemek boyunca yüzümü astım, hemen hemen hiç konuşmadım. Selim
onlarla İngilizce anlaşmaya çalışıyor, güler yüzle övgüler yağdırıyor, Atilla’ya
bira üstüne bira ısmarlıyor, onlar da bir güzelce tıkınıyorlardı ekmeklerini
salatanın limonlu zeytinyağlı suyuna bana bana...
Onların Selim’e
coşkunca anlattıkları tipik Alman söylemini ben binlerce kez dinlemiştim; “Biz
Türkler’e karşı değiliz, Türk komşularımız bile var. Onlarla konuşabiliyoruz,
iyi ilişkilerimiz var, kara gözlü siyah saçlı çocuklarını severiz, biz yabancı
düşmanlığına karşıyız, biliyorsunuz sonunda Türkler de insan...”
İşte bu
son, “Türkler de insan” cümlesi sırasında, “Yeter artık! Yemek yediniz karnınız
doydu! Gidin artık! Adres bile bırakmadan gidin!...” diye bağırmaya
başladım. Kalkıp onları terk ettim. Selim ince aşağılamayı anlayamamış, ne
yapacağını bilmez bir yüzle çok şaşırmış, sürekli onlardan özür
diliyordu.
Kumsalda yürürken öfkem de kızgınlığım da geçmiyordu.
Döndüğümde Selim sevgili konuklarıyla birlikte oturuyordu. O gün benimle hiç
konuşmadı. Akşamüstü konuklarımızı da tekneye alarak Bodrum’a hep birlikte
döndük. Daha sonraki günlerde otelde yine birlikte çalışırken Selim bana
sürekli, manyak bir ruh hastası olduğumu söyledi...
..."
|