Feribottan inerken egzoz borusu, feribotun bir tarafı iskeleye diğer tarafı
feribota uzanan kapağının tümsekliğine sürttüğü için, arabanın altından
gürültülü bir ses yükselmişti. Bu can sıkıcı sese rağmen genç adam durup,
arabanın altında bir sorun olup olmadığına bakmamış, bir an önce kalacak bir yer
bulmak için acele etmeleri gerektiğini yanında oturan sevgilisine inandırmak
için uzun bir laf üretme yarışına girişmişti. Zaten kullandığı araba en az sekiz
yaşında, eski model bir Honda idi. Egzoz borusu tamamen kopsa bile yenisini
taktırmak pahalı olmazdı. Sabah yola geç çıktıkları için sahilden kalkan son
feribotu ancak yakalayabilmişlerdi. Ayrıca üç günlük bir tatil oluşmuştu;' hafta
sonuna bir gün de milli bayram eklendiği için. Bu, otellerin erkenden dolduğu
anlamına geliyordu. Yeni başlayan yağmurun kayganlaştırdığı yola,
aydınlatılmamış yolların caydırıcı yüksekliklerine, sağdan soldan hızla geçen
motosikletlere aldırmadan aceleyle sürdü arabayı genç adam. Bir otel bulup,
güzel bir uyku çekmek istiyordu bir an önce. Yarının güzel bir başlangıç
olmasını, denize, kuma ve güneşe doyana kadar bu adada kalmayı arzuluyordu tüm
benliğiyle. Aylardır böylesine bir tatilin hayalini kurmuştu. Her şeyin bir
köpek yüzünden, -aslında sevgilisinin anlamsız kaprislerini geç kalmalarının
biricik nedeni olarak görüyordu ama ortamı germemek için köpeği günah keçisi
olarak kullanıyordu- mahvolmasına izin veremezdi. Hepsinden öte, beraber olmaya
başladıklarından beri baş başa çıktıkları ilk geziydi bu. Önceki zamanlarda
olduğu gibi ayrı odalarda kalmaları gerekmiyordu. Sevgilisiyle aynı odayı
paylaşacaklar, belki birlikte banyo yapıp, gece yarısı birlikte plaja inip,
dalgaların hafif hafif yaladığı kumlarda sessizce sevişeceklerdi. Aklına bunlar
geldikçe içini ayıp bir heves kapladı. Sanki kimse görmeden akvaryumdaki balığı
yürütüyormuş ya da çiğnemekten bıktığı sakızı arkadaşının sandalyesine
bırakıyormuş gibi çocukça bir suçluluk duygusuna kapıldı. Oysa, birlikte
oldukları ilk zamanlarda bile hiç heyecanlanmamıştı. Şimdi duyumsadığı bu
heyecanına ciddi bir anlam veremiyordu. Arabayı bu anlamsızlık kargaşasında daha
hızlı sürmeye başladı. Ta ki yanında oturan sevgilisi onu uyarana dek.
Yol kenarlarında belirmeye başlayan otelleri görüp yavaşladı. İlk gördüğü ışıklı
kapıdan içeri girdi. Pahalı ve lüks bir otele benziyordu. Fiyattan önce, boş oda
olup olmadığını sordu. Resepsiyondaki kız gülümseyerek boş odanın kalmadığını
söyledi. Civardaki otellerin hepsi doluydu. Genç adam vakit kaybetmeden arabaya
geri döndü. Bir yandan küfrediyor bir yandan da “Acaba oda vardı deselerdi
böylesine lüks bir otelde kalmayı göze alabilecek miyim?” diye kendi kendisini
sorguluyordu. Yol boyunca nereye sordularsa hep aynı yanıtı aldılar. Büyük
oteller bir haftalığına doluydu. Küçük konaklar ise yarın bir oda
ayarlayabileceklerini söylüyorlardı. Kimi zaman kız, arabadan inip resepsiyona
gidiyor, kimi zaman da genç adam hışımlı adımlarla resepsiyona varıp, daha da
hışımlı adımlarla geri dönüyordu. Umut iyice azalmaya başlamıştı. Genç adam,
sevgilisi yanındayken, bir yandan evden geç çıkmasına neden olan köpeğe sövüyor,
bir yandan da adanın bu derece dolu olmasının olanaksız olduğunu söylüyordu. Ne
de olsa köpeğin dili yoktu. Bu durum, sövmeyi kolaylaştırıyordu. Adanın doluluğu
ise kaçınılmazdı. Bir kere onlarla beraber bir yığın araba gelmişti feribotta.
“Nereye gitti onca araba? Hepsi önceden otelleri ayarlamış olamazlar ya!” Bu
sonuncu cümleyi sesli söylediği için sevgilisi çıkıştı: “Nereden biliyorsun?”.
Genç adam “Bilmiyorum, tahmin ediyorum ya da umut ediyorum” dedi alçalan bir ses
tonuyla. Sanki sonuncu cümlenin kimse tarafından duyulmasını istemiyordu.
İşlerini şansa bırakan, plansız işler yapan bir erkek arkadaş olmak istemiyordu.
Adaya vardıkları iskeleden oldukça uzaklaşmışlardı. Maalesef yol, adanın
etrafını tamamıyla dolaşmıyordu. Yolun sonuna geldiklerinde, karanlık bir
ormandan başka bir şey göremediler.
Zor da olsa arabayı geri çevirip, gelirken sormadıkları otellere ve konaklara
uğramayı planladılar. Daha arabayı yeni çevirmişlerdi ki yolun sağ tarafında,
ağaçların arasında, hafif hafif parıldayan bir ok işareti gördü kız. “Bir de
buraya soralım istersen” dedi isteksizce. “Gelirken görmedik burayı!” Genç adam,
ağaçların yapraklarının ustaca üzerlerine kapandığı lambaların ışıklandırdığı,
taşlı patikaya girdiğinde, gittikleri yerin adadaki diğer konukevlerinden farklı
olabileceğini düşünüyordu. Lambalı levhada ‘Moo’s Place’ yazıyordu. Girdikleri
patika, ışık saçan lambalara rağmen yine de karanlıktı. Köpeklerin
havlamalarından başka da bir ses duyulmuyordu etrafta. Araba, irili ufaklı
taşları öğüterek yol aldı patikanın sonuna kadar. Yolun bittiği yerde bir su
birikintisi, üzerinde ‘Information’ yazan bir kulübe, bir kaç iri gövdeli ağaç,
ilerde ışıkları yanan, ufak evler biçiminde inşa edilmiş konuk odaları vardı.
Genç kız, karanlıktan ve köpeklerden ürkmüş, gözleriyle erkek arkadaşına “Ben
arabadan dışarı adımımı atmam! Çok istiyorsan sen in ve sor!” demişti. Genç adam,
arabanın motorunu susturmadan arabadan indi ve kulübeye doğru yürüdü. Bu sırada,
havlayan köpeklerin sesi yükselmişti. Bunun arabadan inmesinin bir sonucu olup
olmadığını düşünüyordu, kulübeye doğru ilk adımını attığında. “Belki de arabanın
camları kapalı olduğu için, köpeklerin sesleri oldukları gibi gelmiyordu” diye
geçirdi içinden. Kulübenin kapalı camının arkasında, kırmızı elbiseli, yaşlı bir
kadın vardı. Genç adam, bir gecelik boş bir odalarının olup olmadığını
sorduğunda, yaşlı kadın, sanki aynı soruyla defalarca karşılaşmış ve her
seferinde olumsuz yanıt vermiş gibi yüzünü buruşturdu. Ardından da genç adama
beklemesini söyleyerek kulübeden ayrıldı. Genç adam umutlanmıştı.
Kadın geri geldiğinde yüzünde hiçbir ifade okunmuyordu. Kulübeye girdi ve
ormanın içine doğru bakan, en uçtaki odanın boş olduğunu, mecbur kalmadıkça o
odayı müşterilere vermediklerini, çok isterlerse genç çiftin bir geceliğine
kalabileceğini söyledi. Genç adam, önce “sevinmeli miyim” diye düşündü. Mecbur
kalınmadıkça kimseye verilmeyen bir oda kendilerine verilirse o odada rahat
uyuyabilecekler miydi? Yaşlı kadına dönüp, odanın sırrını öğrenmek istedi.
- Neden mecbur kalmadıkça kimseye vermiyorsunuz odayı? Bir sorun mu var odada?
- Bir sorun falan yok. Kapının kilidi bozuldu geçen hafta. Kapıyı ne içerden ne
de dışardan kilitleyebiliyoruz. Kilidin dili tutmuyor kasayı. Dün bir çilingir
getirttik tamir etsin diye. Adam bir sürü de para aldı. Güya tamir etti. O
giderken kapı iyi görünüyordu. Sabah odayı temizleyen kız, kilidin yine bozuk
olduğunu söyledi.
- Hepsi bu mu? Tek sorun kilit mi? Bende uzun zamandır bu odayı kimseye
vermemişsiniz gibi bir izlenim bıraktı ilk cümleleriniz.
- Kilidin dışında olması, bir de bu odanın kapısı ve pencereleri, diğer
konukevlerinde olduğu gibi merkeze değil de ormana bakıyor. Yani, bekçi
açısından denetimi zor.
- Bekçi nerede? Etrafta bekçi kılıklı birisini göremedim!
- Bekçi de bugün sabah memleketine döndü. Kızının düğünü varmış. İki gün sonra
dönecek. O gelene kadar başka bir bekçi çağırmadık. Zaten bu odada hırsızlık
olmaz. Ben uzun zamandır öyle bir şey duymadım.
- İyi ama gene de emin olamazsınız! Bekçi olmaksızın müşterilerinizin içi rahat
ediyor mu?
- Müşteriler bekçinin burada olmadığını bilmiyorlar. Siz bekçiyi soran ilk
kişisiniz. Buraya insanlar eğlenmeye, yüzmeye ve rahatlamaya geliyorlar.
Güvenlik, en son akıllarında olan şey.
- Peki oda nasıl? Temiz mi? Büyük mü?
- Oda buradaki odaların içinde en büyüğü. Banyosu, içinde. Bir ufak elbise
dolabı, tavandan asılı bir vantilatör ve geniş bir yatak var. Bir gece
kalacağınıza göre ihtiyacınızı görür. Yarın 12’ye doğru, sahildeki konakların
bazı müşterileri odalarını boşaltırlar. Hızlı davranırsanız güzel bir oda
bulursunuz.
- Burası denize ne kadar uzak?
- Burası dağın başı. Karanlık olduğu için fark etmemiş olabilirsiniz. Deniz en
az 150 metre aşağıda, keskin bir yamacın ucundayız biz. Aşağıda kayalar ve
yosunlar var. Ancak, dalmayı seven bir kısım turist grupları gelir buraya.
Yamacın alt kısımlarından aşağı atlayıp, suya dalarlar. Bazıları da inci arar
ama bildiğim kadarıyla bu adanın sahillerinde inci de kalmadı artık.
Genç adam, daha fazla konuşmanın bir fayda getirmeyeceğini sezdiğinden,
sevgilisine durumu danışmak için kadından izin istedi. Arabanın kapısını
açtığında, o ana kadar hiç düşünmediği bir şey yapmak geldi aklına. Odanın bunca
kusurunu kız arkadaşına söylerse asla kalamazlardı orada. Tekrar yola koyulup,
tüm adayı gezmeyi göze alamıyordu. En iyisi, bir gecelik süre içersinde kendisi
keşfetmeliydi konukevinin kusurlarını. “Böylece, keşfettikçe ikna ederim. Şimdi
hepsini birden söylersem asla yanaşmaz.” diye düşündü. Yüzünde hain bir
gülümseme belirdi. Kendisinden memnundu.
-Tamam oda işi
- İnanmıyorum! Sonunda bulabildik. Güvenli bir yer mi burası?
- Ne kadar güvende olduğumuzu odaya yerleşince anlayabiliriz. Herhalde bir
gecede
ölmeyiz. Zaten saat geç oldu. Bir şeyler yer, banyo yapar, ardından da uyuruz.
- Nerede oda? Anahtarı aldın mı?
- Anahtara gerek yok. Kapı açık.
- Gidelim o zaman! Yorgunum, kirliyim ve açım… Bir an önce uyumak istiyorum.
- Umarım kalacağımız oda eksiksiz ve temizdir.
Genç adam, sürücü koltuğuna oturup, radyonun altındaki cüzdandan biraz para aldı
ve tekrar, danışmaya doğru yürüdü. Çok kısa bir süre sonra, arabayı, kalacakları
konukevinin önüne -arkasına- park etmişti. Ellerini arabanın ön penceresine
doğru uzatarak, “İşte burası geceyi geçireceğimiz yer!” dedi. Kız, konukevinin
diğerlerinden uzak olmasına şaşmıştı. İnanması bile zordu bu konukevinin
diğerleriyle bir ilişkisi olduğuna. Dışardan görünüşü tam olarak diğerleriyle
aynıydı. Yalnız, kapısının önüne değil de arkasına park etmişlerdi arabayı.
Çünkü evin önü yola değil de ormana bakıyordu. Ürkütücü görüntüsüne rağmen,
sorun çıkaran bir kız olmamak için, sesini çıkarmadı. Arabadan inerken
çantasının ön cebinin fermuarını açtı ve annesinin verdiği, üzerinde kutsal
yazılar olan kolyenin orda olup olmadığını kontrol etti. Kolye oradaydı. Gece
boyunca kolyeyi takabilirdi. Yavaş yavaş çantaları indirip, konukevinin
etrafında dolanarak eşyaları odaya koydular. Oda, geniş ve temizdi. Duvarların
birinde Van Gogh’un ‘Ayçiçekleri’ tablosunun basılı resmi vardı. Bir diğer
duvarda ise, üzerinde İsviçre Alplerinden manzara resimleri olan bir takvim,
asılı duruyordu. Genç kız, duvarlardaki resimler ile adayı bir türlü
bağdaştıramadı. Ne Hollanda’nın sarısını ne de Alplerin beyazını bu adada bulmak
olanaklı idi. Olsa olsa denizin mavisi vardı adada. “Neden adadaki bir
konukevine Alplerin resimlerini koyarlar?” diye düşündü. Bu resimleri koyan
kişinin şakacı birisi olabileceğini geçirdi aklından. Sonra etrafı incelemeye
devam etti. Yatak, pencereye, dik bir biçimde yerleştirilmişti. Pencerede
sineklik ve demirler vardı. Yatağın kenarında bir tuvalet kağıdı, iki küçük
sabun, bir kül tabağı ve bir de gece kitap okumak için hazırlanmış gece lambası
duruyordu. Konukevinin içersi, dışlarsından çok daha ferahlatıcı, insana güven
vericiydi. Genç kız, kapının kilitlenmesinin olanaksız olduğunu öğrenene kadar,
her şey yolunda gidiyordu.
- İyi ama bu kapı kilitlenmiyor.
- Ciddi misin? Dur bir de ben bakayım.
- Kapanmıyor işte. Anahtar dönüyor ama dil dışarı çıkmıyor. Kapıyı tutan başka
bir dil de yok. Bu halde kalamayız bu odada! Karşısı karanlık bir orman! Ne
geleceğini nerden bileceğiz?
- Abartma canım! Birbirimize sarılır yatarız. Kapının arkasına da senin büyük
çantanı koyarız. Hiçbir şey olmaz!
- Ne yani! Sen şimdi bana, bu odada kapıyı kilitlemeden bir gece geçireceğimizi
mi söylüyorsun? Ölürüm de kalmam! Buradan imdat diye bağırsan resepsiyondan
duyulmaz bile. Hem duyulsa bile onlar gelene kadar bizler kurda kuşa yem oluruz.
Kimbilir ne vahşi hayvanlar vardır bu ormanda!
- Yok yahu! Ne vahşi hayvanı! Abart biraz daha! Aslanlar, kaplanlar, timsahlar
barınıyor burada… Gece de aç kaldıkları için bizi yemeye gelecekler.
- Peki ya hırsızlar? Ya bir sapık ya da bir cani gelirse! Kapıyı bile
kilitleyemiyoruz ki kendimizi güvende hissedelim. Lütfen bu odada kalmayalım.
- Lütfen abartma hayatım! Altı üstü bir gece. İstersen ben sabaha kadar nöbet
tutarım. Uyumam, etrafı gözetlerim.
- Hadi oradan! Öyle dersin, ben gözlerimi kapatır kapatmaz sen de uykuya
çekilirsin. Annemi arıyorum ben. Söyleyeceğim ona nasıl bir odada kaldığımızı.
- Kadını da merakta bırakacaksın durup dururken. Dur, rahatsız etme kadıncağızı!
- Ne zamandan beri benim annem kadıncağız oldu. Onun hakkında bir ‘cadı’
demediğin kalmıştı. Şimdi ‘kadıncağız’ oldu, artık yarın ‘valide sultan’ falan
dersin. Telefon da edemiyorum işte! Telefon çekmiyor. Dağın başında, her şeyden
ve herkesten uzak bir yerde, baş başa kaldık. Gördün mü başıma gelenleri?
Kız ağlamaya başlamıştı. Erkek arkadaşının annesinden daha az anlayışlı
davrandığı zamanlarda ağlardı. Genç adam, durumun kontrolden çıktığını fark
ettiği için genç kıza sarılıp, onu yatağın kenarına oturtturdu. Bilmiyormuş
numarasını iyi yaptığı için kendisini tebrik etti. Bir yandan kızın gözyaşlarını
siliyordu bir yandan da onu her türlü beladan koruyacağına dair kahramanca
sözler sarf ediyordu. Kız, bir süre sonra, ağlamayı bıraktı. Yüzünü kaldırdı,
gözlerini erkek arkadaşının gözlerine dikti. “Tamam” dedi. “Bu gece bu odada
kalacağız. Ama bana söz vereceksin. Ben uyumadan uyumayacaksın. Ayrıca ben
uyandığımda seni uyandırmama kızmayacaksın. Bir de sabah uyanır uyanmaz, ilk iş,
sahile yakın bir yerde oda bakacağız.” Genç adam, söylenenlere şaşırmamış gibi
davrandı. Kıza bir defa daha derinden sarılıp, “Söz veriyorum!”, “hadi şimdi
banyo yapalım, ardından da bir şeyler yeriz. Sonra da yatarız.” dedi. Yüzüne,
memnun olduğunu gösteren bir gülümseme yayılmıştı.
Banyodaki su soğuk olduğu için, genç kız, erkek arkadaşının birlikte banyo yapma
teklifini nazikçe reddetti. “Kapının etrafında kal ve benimle konuşmaya devam
et” dedi; emreden bir ifade ile. Banyoya girip, elbiselerini çıkardıktan sonra
da banyonun kapısını kapatmamıştı. Hafif aralıklı bıraktığı kapıdan erkek
arkadaşının sesini duyabiliyordu. Korkusunu yenmesinin tek yolu bu idi.
Sessizlik, öldürücüydü. Bir şeyler konuşmalı; sevgilisini konuşturmalı; sesin,
zamanı kısaltan, mekanı küçülten özelliğinden faydalanmalıydı. Bu sırada, genç
adam, kapının arkasına çantaları yerleştirmeye çalıştı. Konukevinin kapısının
açık kalmasına bu derece karşı çıkan kız arkadaşı, banyonun kapısını
kilitlemeden içerde işini görebiliyordu. Bu çelişkinin aşk ile olan ilişkisini
düşünüp kendine ufak bir keyif payı çıkardı. Büyük çantayı eline aldı ve kapının
önüne koydu. Bir büyük çanta işi görüyordu. Ayrıca, biraz sonra, konukevlerinin
bahçesindeki lokantaya, yemeğe gideceklerdi. Kapının önüne tüm çantaları
yığmanın bir anlamı yoktu. Bahçeyi henüz görmemişti ama danışmadaki kadınla
konuşurken, taze kızartılmış patatesin kokusu, burnuna kadar ulaşmıştı. Kız
arkadaşının banyodan çıktığını gördükten sonra, genç adam, acele ederek banyoya
daldı. Bu arada konuşmaya devam ediyorlardı. Genç adamın tüm ısrarlarına rağmen
kız, erkek arkadaşının banyonun kapısını kapatma teklifini reddetti. Kapı, açık
kalacaktı ve konuşmaya ara vermeyeceklerdi. Her ikisi de adanın iklimine yakışır
hafiflikte, hafif elbiseler giyip dışarı çıktılar. Kapıyı içerden kapatmak,
çantaları kullanarak kolaydı. Dışardan kapatmak ise olanaksızdı. İçersinde
telefonların ve ziynet eşyalarının olduğu çantayı yanlarına alıp, ışığı da açık
bırakarak yemeğe gittiler.
Döndüklerinde her şey, olduğu yerdeydi. Kapının arkasına tüm çantaları özenle
dizdiler. Kız, arabadan inerken, yanında getirdiğinden emin olmak için çantanın
ön cebini kontrol ettiği kolyeye bir daha el attı. Kolyenin bir tarafında kutsal
harflerle bir şeyler yazılı idi. Öteki tarafında ise kalp mi, elma mı olduğu
anlaşılmayan bir şekil vardı. Kız kolyeyi boynuna taktığında rahatlayacağına
inanmıyordu ama başka çaresi yokmuş gibi davranıyordu. Erkek arkadaşına dönüp,
kolyeyi boynuna takmasını rica etti. Genç adam, itiraz etmeden taktı kolyeyi.
Ardından da kendini tutamayarak sordu:
- Bu tip şeylere inandığını bilmiyordum.
- Ne tip şeylere?
- Yatarken üzerinde kutsal sözcükler olan bir kolye takıp, kolyenin seni
koruyacağına inanmıyorsun değil mi?
- Bu kolyeyi bana annem verdi ve “gittiğin her yere götür” dedi. “Başın belaya
girince, kolyeyi tak ve beni anımsa” dedi. Annem, dindar bir kadın. Onu kırmamak
için, bir de rahat uyumak için takıyorum işte.
- Yoksa, işin kutsallığına falan pek inandığım yok. Daha doğrusu, işin
kutsallığını pek düşündüğüm yok!
- Madem kutsallığına inanmıyorsun, çıkar kolyeyi. İnanan birisine ver.
- Nasıl yani? Annemin verdiği kolyeyi bir başkasına mı vereyim? Delirdin mi sen?
- Delirmedim. Tam tersine, senin gibi duygularımı değil, aklımı kullanarak
konuşuyorum. Madem kolyenin sana getireceği bir faydaya inanmıyorsun, kolyeyi
takma daha iyi. Boynuna batacak, zinciri.
-Sen karışma! Takacağım kolyeyi. Batarsa benim boynuma batar. Kolyenin gücüne
inanmıyor olmam, kolyeyi onun gücüne inanan birisine vermemi gerektirmez.
Bildiğim tek şey, kolyeyi takınca daha az korktuğum. Sanki, kolye boynumdayken
hayaletler, cinler bana ilişmeyecekler. Hem bu kolye altın. Ucuz değil! Bana bir
defa bile altın bir hediye almadığın için nereden bileceksin altının değerini?
- Tamam, tamam! Sen bilirsin. Hadi yatalım. Kolyeni taktın, kötü ruhları,
hayaletleri kovdun; hırsızları da kolyenin mükemmel parıltısı sayesinde
caydırdın. Artık rahat uyuyabiliriz.
Genç kız, somurtarak yatağa girdi ve sırtını sevgilisine döndü. Sonra birden
aklına gelmiş gibi yaparak, hızla döndü ve “Unutma, ben uyumadan uyumayacaksın”
dedi. Genç adam, çantalardan birinden çıkardığı kitabı bir eline aldı, öteki
eliyle de odanın ışığını kapatıp, gece lambasını yaktı. Dışarıda yağmur
başlamıştı. Yatağın öteki ucuna uzanırken, “Meraklanma” dedi, “Senin horladığını
duymadan gözümü kırpmayacağım.”
Daha yarım saat geçmemişti ki genç kız, erkek arkadaşının horuldama sesiyle
yattığı yerde doğruldu. Bir insanın bu derece sesli bir biçimde hem horlayıp hem
de uyuyabilmesine şaşırdı önce. Sonra da yüzünü ona doğru dönüp, aralarına düşen
kitabı aldı ve kapağına bile bakmadan yatağın yanındaki sehpanın üzerine koydu.
Adamın gözündeki gözlüğü de ona hissettirmeden çıkartıp, kitabın üzerine özenle
yerleştirdi. İşte şimdi bütünüyle yalnızdı. Sabaha kadar gözüne uyku girmezdi
artık. Tekrar sırtını sevgilisine dönüp, gözlerini arkasına çantalar konmuş
kapıya dikti. “Bu kapı açık olduğu sürece, ne kadar yorgun ve bitkin olursam
olayım, ben uyuyamam” diyordu içinden. Bir yandan da, kilidi çalışmayan bir
odanın diğer odalardan ucuz olması gerektiğini düşünüyordu. Sabaha kadar pek çok
şeyi düşünmek için uzun bir zamanı vardı. Sahili, beyaz kumları, denizi,
dalgaları, balıkları, dalgıçları, denize düşen yağmur damlalarını, odanın
çatısına düşüp de ses çıkaran yağmur damlalarını, duvardaki Van Gogh tablosunu,
tablonun yanındaki çanta yığınını ve en sonunda yine kilidi bozuk olan kapıyı
düşündü. Kapının arkası karanlık bir ormandı. Bilinmeyen, derin bir kuyu gibi
esrarengizdi. Başka şeyler düşünmek için tekrar denedi. Önce ağaçları, sonra
gökyüzünü, sonra da kuşları düşündü. Kuşların göç yollarını, insanların göç
yollarını, ailesinin bundan otuz sene önce göze aldığı göç yolunu hayal etti.
Okul yıllarını, sınıf arkadaşlarını, hayalet kılığına girip öğretmenlerini
korkutmalarını, evde yalnız kaldığı bir akşam elektrikler kesilince nasıl
korktuğunu anımsadı birer birer. Elektriklerin kesildiği gece kapıya
vurulduğunda, korkudan kapıyı açamadığını; kapının arkasındaki sesi tanımasına
rağmen yerinden kıpırdayamamasını aklına getirdi. Sonra kısık gözlerini tekrar
kilidi bozuk kapıya dikti. Gözleri kapıda, sabaha kadar bu biçimde seyahat
edecekti anlaşılan.
Birden, kapının sert biçimde vurulduğunu işittiğinde, önce bunun takıntılı
zihninin bir oyunu olduğunu düşündü. Oysa, kapının arkasında birisi, aralıksız
olarak hafifçe yumrukluyordu kapıyı. Genç kız, kendine hakim olamayarak, önce
elini boynundaki kolyesine attı; ardından da uzun ve derin bir çığlık kopardı.
Çığlığın ne kendisine ne de yanında horuldayarak uyuyan sevgilisine bir etkisi
olmuştu. Kapının arkasındaki, yumruklarıyla kapıyı dövmeye devam ediyordu. Kız
önce yataktan doğruldu ve sevgilisini uyandırmak için dürtüklemeye başladı. Genç
adam, umarsız bir tavırla sevgilisine sırtını döndü ve uyumaya devam etti.
Yumrukların şiddetinden olsa gerek, kapının arkasındaki yığılı çantalar geriye
doğru hareket etmişlerdi. Kapı, bir insan elinin kolaylıkla girebileceği kadar
açılmıştı. Genç kız, yanında yatmakta olan sevgilisinden bir fayda gelmeyeceğini
anlayıp ayağa kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Bir eli kolyesindeyken; diğer eli ile
etrafta sert bir cisim aradı. Odanın içinde sadece sehpadaki gece lambasının loş
ışığı vardı. El yordamıyla, sehpanın üzerindeki kül tablasını buldu. Ne
yapacağını bilmeden kapıya doğru yöneldi. Kapıyı yumruklamayı bırakıp,
iteklemeye başlayan kişi, içeri ha girdi ha girecekti. Genç kız, karanlıkta bir
şey görmeden ileriye atılıp kapıyı itekledi. Kapı, çabucak kapanmıştı. Yalnız,
kapının arkasındaki kişi, kapıya vurmaya devam ediyordu. Bu defa daha şiddetli
ve daha sık dövüyordu kapıyı. Genç kız, bir süre, kapının arkasında, tüm
bedenini kapıya dayayarak bekledi. Umduğu gibi de, yumruklar, önce seyreldi;
sonra da tamamıyla kayboldu. Kapının arkasındaki kişi, halen oradaydı. Genç kız,
bir ayağını kapının ardına koyup, diğer ayağıyla uzun bir adım atarak, perdenin
aralığından kapının dış tarafına baktı. Hiçbir şey görünmüyordu. Kapının
arkasındaki her neyse, vazgeçmiş olmalıydı. Yavaşça kapıyı aralayıp, etrafa
bakmak isteği içinde ilk doğduğunda, kendisini aptal gibi hissetti. Hem
korkuyordu hem de korktuğu şeyden kaçmak yerine, korktuğu şeyin üzerine
gidiyordu. Belki de, korkusunu yenmenin tek yolu idi bu. Kapıyı yavaşça açtı.
Sessizce kafasını dışarı uzattı. Gördüğü karşısında ilkinden çok daha şiddetli
ve uzun bir çığlık atması gerektiğini düşündüğü halde yapmadı. Sessizce kapının
kenarına oturmuş, kendisine bakan ufak yaşlı adama baktı.
“Bana ver o kolyeyi” dedi duvarın dibine oturmuş yaşlı adam. Boyu bir buçuk
metre ya vardı ya yoktu. Saçları uzun, sakalı kirliydi. Kız, adamın ne dediğini
anlamamış gibi davranarak “efendim?” dedi. Adam, kafasını kaldırıp tekrar, “Bana
ver o kolyeyi” dedi. Kız, bu defa, anladığının doğru olduğundan emindi. Soru mu
sormalıydı yoksa kolyeyi vermeyeceğini mi söylemeliydi? Adamdan hem ürküyor hem
de korkusunu yenmek için adamla konuşmaya devam etmesi gerektiğini düşünüyordu.
Yaşlı adam, kızın aklından geçenleri okuyormuş gibi, kızın gözlerinin içine
dikti gözlerini. Sonra da konuşmaya başladı:
- Haklısın! Korkularını yenmenin en kolay yolu onlarla yüzleşmektir. Bu yüzden
kolyeyi istiyorum senden.
- İyi ama neden vereyim kolyemi? Bu kolyeyi bana annem verdi. Gittiğim her yere
götürmemi, korktuğum her anda boynuma takmamı tembih etti.
- Anlamıyorsun küçük hanım! Sen de çok iyi biliyorsun ki kolyeden nefret
ediyorsun. Öyle olmasaydı, sadece korktuğun zamanlar değil, her zaman takardın.
Yani, kolye sadece, seni korkularından korumak için var. Kolye, korkularından
seni korumak yerine, korkularının varlık nedeni oluyor.
- Öyle olsa bile, yine de, bu durum, kolyeyi sana vermemi gerektirmez!
- Gerektirir! Kolyeyi bana verdiğin anda, korkularından arınacaksın! Kolyenin
seni koruduğunu düşündüğün ne kadar tehlike varsa, artık tehlike olmaktan
çıkacaklar senin için. Önce buna inanman gerek.
- İyi ama ben korkularımdan hoşnudum. Korkularım değil mi beni ben yapan
yüzlerce şeyden biri?
- Kolye, sadece akıl dışı korkular için var. Kolyeyi bana verdiğinde de, sadece
onlardan kurtulacaksın. Yükseklik korkun, ölüm korkun, vahşi hayvan korkun,
eskisi gibi devam edecek. Unutma ki, insanlar, kimi zaman sırf toplumu düzene
sokmak için yapay korkular üretirler. Öyle olur ki, bu yapay korkular, zamanla
gerçek halini alırlar. Kimileri, bunların varlıklarını kanıtlar; kimileri de, bu
korkulardan çıkar elde etme ile meşguldür.
- Anlıyorum ama yine de kolyemi vermek istemiyorum.
- Uzatma artık! Ver kolyeyi de ben yoluma gideyim.
- Ne yolu?
- Yolum uzun… Nereden geldiğimi ve nereye gittiğimi sorma.
Genç kız, yaşlı adamın kendisine doğru yaklaştığını gördüğünde, konukevine geri
girmek istedi. Oysa, bedenini oynatamıyordu. Sanki olduğu yere yapışmıştı. Yaşlı
adam, kısacık boyuna pek de uyum sağlamayan uzun kollarıyla, kolyeyi kızın
boynundan çıkardı. Tatlı bir gülümsemeyle birlikte, kolyeyi, avucunun içine
koydu; kıza arkasını döndü ve ağır ağır yürüyerek ormanın karanlığına karıştı.
Genç kız, o anda, nasıl olduysa, erkek arkadaşından yardım istemeyi aklına
getirdi. Önce bir çığlık attı, ardından da halen içerdeki yatakta uyumakta olan
erkek arkadaşının adını haykırdı. Bunu yaparken, bir eliyle de çıplak boynunu
tutuyor, kolyesinin yokluğunu bir de eliyle hissediyordu. Genç adam, yataktan
fırladığında, yanında adını sayıklayarak uyuyan sevgilisini gördü. Kız, bir
‘kolyem’ diyor bir de adamın adını söylüyordu. Genç adam, kızı omuzlarından
tutup, elini boynundan uzaklaştırdıktan sonra, sarsarak uyandırdı. Kız,
uyandığında, karşısında sevgilisini yatağa uzanmış bir halde görünce, ufak bir
çığlık daha attı. Kendisinin de yatakta olduğunu fark etmesi uzun sürmedi.
Başından geçen her şeyin bir kabus olduğuna inanmak için, önce kapıyı kontrol
etti. Çantalar, yerli yerindeydi. Gecenin karanlığı, yerini, sabahın
alacakaranlığına bırakmıştı. Gökyüzü ha delindi ha delinecekti. Adam, kızı
kucaklamaya çalışıyor; her şeyin bir kabus olduğunu ve kabusun bittiğini,
kendisinin yanında olduğunu, şefkate özenen bir ses tonuyla mırıldanıyordu.
Genç kız, sakinleşmiş; kendisine sarılan sevgilisinin kalp atışlarının ritmine
nefesini uydurarak sabahı düşünmeye başlamıştı. Denizi, balıkları, plajın
kumlarını ve annesini düşündü. Elini, korkarak boynuna götürdü…
Eli boynuna varır varmaz attığı çığlık, sadece kendi odalarını değil tüm adayı
doldurdu…
21 Aralık 2005
Ko Çang / Tayland
|