ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 

İsmail Çoban'la Görsel Sanatlar Üzerine Söyleşi  


     İlk sorum söyle: Bir sanatçı sadece kendi sanatıyla ilgili konularla ve kendiyle mi uğraşmalı? Geldiği yer, diğer sanatçılardan çok daha ilerdeyse, diğer sanatçılara destek olması gerekir mi? Yani kendi kurduğu/oluşturduğu evrende mi yoksa ayaklarını bastığı yerde mi yaşamalı sanatçı?

     Toplumun sanatçıdan çok özveri beklediğini biliyoruz. Sanatçının belli bir tavrı, duruşu olmalıdır. Bu da öğrenmek ve öğretmektir. Toplum, onun toplumudur ve onun gereksinimlerini sezinlemesi, buna ayak uydurması gerekir. Sanatçının alçak gönüllü, çalışkan olması ön koşulardandır. Toplumdan kopmuş bir kişinin sanatı yoktur. Sanat, kültürün gereksinimiyse, kültür ihtiyacı olan topluma gereksinimini vermeye çalışmasından doğar. Günümüzde bu duyguları taşıyan sanatçılara az rastlamaktayız.
Bazen zor sanat şartları anlaşmazlıklar yaratır. Örneğin; Pir Sutan Abdal bir toplum sanatçısıdır. Toplum için mücadele etmiş, dayanışma örnekleri vermiştir. Bunun karşılığında da ekmek yemiştir. Bugün sanatçıdan tek taraflı olarak çok şey beklenmektedir. Birçok sanatçının icra ettiği sanatla karnını doyuramadığı bilinmelidir. Yani "yaşamak ve yaşatmak" anlayışından yola çıkarak, sanatçımızın üretkenliğini sağlayabilmek için toplumun da onu desteklemesi gerekir.
Çevresini tanımayan sanatçı çoğu konularda yalnız kalır. Diğer sanatçı ve sanat çevresiyle olan kontaklar bir sanatçı için çok önemlidir, aksi taktirde sanatçı sınırlanır ve gerekli görevini yapamaz. Sanatçı da bir insandır. Bazen sadece kendini düşünür. Toplumla olan ilişkilerini kısıtlarsa, hoş görmekle beraber; uyarılmasında da fayda vardır.
Bana genellikle sorulan klasik soru; "Sanat, sanat için mi, yoksa sanat toplum için mi?"dir. Bu soruya aslında herkes ilk önce kendi yanıt vermelidir/ bulmalıdır... Ben, ikincisine inanmakla beraber kalite ve bir sanatçıdan beklenen şeyleri yerine getirmekte zorluk çekmekteyim. Örneğin; Toplumun kültür, ve eğitim sorunu sanatçıya yüklenmek istenmektedir. Bu doğrudur ama eğitimde geç/ geri kalınmışsa sanatçının yapabileceği çok az şey kalmış demektir. Eğitimsiz bir toplum, sanatsal değerleri bilmez!
Müzik, edebiyat, görsel sanatlar; ekmek gibi, yaşamın gereksinimleridir.

     650 metre karelik bir evde oturuyorsunuz. Görsel sanatlarla uğraşan bir kişi için tüm altyapı oluşturulmuş. Oldukça büyük bir atölye ve çalışmalarınla ilgili tüm gereksinmeler burada mevcut. Almanya'daki birçok akademide bulunmayan bir atölyeye sahipsiniz. Buma rağmen, son yıllarda kurduğunuz vakfı büyütmek, evrensel boyutlara getirebilmek için büyük çabalar sarf ediyorsunuz. Bu uğraşınızın nedenleri?

     650 metrekarelik güzel bir atölyem var, evim de buna dahil. Bu serbestliği eşim ve üç çocuğumla paylaşıyorum. Burası benim ikinci dünyam. Almanya´da birçok akademinin sahip olmadığı imkanlarla donatılmış bir atölyeyi, sadece kendim için değil, başkalarıyla da paylaşabilmek için gerçekleştirdim. Fakat iş vakıf kurulma aşamasına gelince, farkına vardım ki sahip olduğum bu bina oldukça küçük; topluma açık, kültürel çalışmalar için yetersiz.
     Bu ülkedeki nüfusumuz, yaklaşık üç milyona yaklaşıyor. Buna rağmen bir şeyi anlamakta hala zorluk çekiyoruz: Bu evrenden göçerken, içine konulduğumuz birkaç metre bezden başka bir şey gerekmiyor. Geride sadece yüzlerce eser bırakmak tabi ki güzel, ama bizden sonra geleceklere sadece eserlerimizi değil, bizler gibi eder verecek kişilerin, bu sanat bayrağını geleceğe taşıyabilmeleri için atölyeler gerekli.
Bana, sahip olduğum bu ev ve iyi şartlarda yaşamam yetmiyor. Sadece benim çocuklarımın en iyi yaşaması da. Aynı şeylere diğer sanatçı dostlarımız da, umut vadeden gençlerimiz de kavuşması gerekiyor. Bu çabayı sırf onun için veriyorum.

     Geçtiğimiz aylarda, genç sanatçıları desteklemek ve kurduğunuz vakfa katkı sağlamak amacıyla, Piyanist Betin Güneş ve orkestrasının konuk olduğu, her şey en ince ayrıntılarına kadar düşünülmüş, harika bir 'benfiskonzert' organize ettiniz.
Wuppertal Şehri'nin belediyesi tarafından yeniden restore edilen, tarihi Stadthalle'de (şehir kapalı salonu) düzenlenen bu geceye, Belediye Başkanı, Sayın Peter Jung, Wuppertal Şehri'nin ileri gelenleri, çok sayıda sanat eleştirmeni, gazeteciler ve Almanya'nın en saygın televizyonları katıldı.
     Yapılan konuşmalarda gerek belediye başkanı, gerek sanat eleştirmenleri sizin bir Türk ya da Alman sanatçısı olduğuz üzerinde değil, 'neler yaptınız, daha neler yapmak istiyorsunuz' konuları üzerinde konuşmalar yaptı. Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi, Sayın Mehmet Ali İrtemçelik, yaklaşık aynı konulara değinirken, sanatın evrenselliğini sık sık vurgulayarak; sizin Türkiye kökenli bir sanatçı olduğunuzu, siz ve sizin durumunuzdaki kişilere T.C'nin mutlaka sahip çıkması gerektiğini vurguladı. Sanatçıların, hür ve sınırsız bir dünyada yaşamaları gerektiğine işaret etti.


     Siz 40 yılı aşkın bir süredir buralarda yaşıyorsunuz. Her ne kadar, Türkiye'de bulunduğunuz dönemde de ufak-tefek sanatsal çalışmalarınız olmuşsa da bu geldiğiniz yere, kendi özverili çalışmalarınızla, eyalet veya belediyelerin yardımıyla geldiniz. Uzun yıllar önce Türkiye'den kaçmak zorunda olan, vatandaşlıktan çıkartılan, buna rağmen hiçbir zaman köklerini geldiği topraklardan koparmayan İsmail Çoban'a karşı yapılan bu -geç- sahiplenmeyi bana açıklar mısınız? Bu haksız bir sahiplenme ya da sahiplenmeye çalışmak değil midir?

     Vakıfımızın kuruluş tanıtımı için düzenlenen bu geceye, Alman ve Türk basını olağanüstü bir ilgi gösterdi. TRT-INT, Kanal D, TD Fernsehen, WDR v.s. bu akşam üzerine güzel bir yayınlar yaptılar. Türk basınının yankıları; Azerbaycan, Kırgızistan, İngiltere, İsviçre, ABD'ye kadar uzanmış olmalı ki o ülkelerden tebrik telefonları, yazıları geldi.

     Yapılan konuşmalarda en dikkat çekici nokta; Alman konuşmacıların daha çok yapılması gerekli işlerden konu açmasıydı. Bu da 37 yıllık bir zaman diliminde onlarda bıraktığım imajla ilgili. Bu zaman içinde onlarla sanat çalışması ve tartışması yaptığımda; sanatın sınırsızları olmadığını -her yeri geldiğinde- vurguladım. Alman basınının da geçmişimi bir köşeye sıkıştırıp bazı olayları belli çekmecelere koyması, itici gelmedi değil. Ama gerçekçi anlatımlarla bu sorunların önüne geçtik, tabi bu da kolay olmadı.
Sayın Büyükelçi'mizin Türkiye çıkışlı bir sanatçıyı kucaklamak istemesini çok tabi görüyorum. Daha önce de diplomatlarımızla dostluklarımız olmasına rağmen, sosyal sorunlarımız, sanatsal ve kültür çalışmalarımızda çeşitli politik nedenlerle gündeme gelmedi/ getiremedik; yalnız bırakıldık. Sayın İrtemçelik, Wuppertal ziyaretinde iki konuşmasında da sanatın evrenselliğini vurgularken kişi olarak Türkiye çıkışlı olduğumun üzerinde önemle durdu ve ilk defa sanatçısına sahip çıkan diplomat olarak bizleri mutlu etti.
     Gönül isterdi ki Sayın Büyük Elçimiz'in bu günkü yaklaşımları bundan senelerce önce gerçekleşseydi. Böylelikle, bugün toplumumuz içinde bulunduğu kültür deflasyonu yaşanmayabilirdi.
     Bu gereksinimleri bundan otuz yıl önce dile getirdiğimde, sadece politik çevrelerden değil, sol kanatları temsil eden gruplardan da dışlandığımı söylersem inanmazsınız. Çünkü o zamanlar herkes kendilerine ait olan bayrağını taşımamı istiyordu. Basın da bu yanlışlığın bilinçsiz bir şekilde destekçiliğini yaptı. İşte bu tutum vatandaşlıktan çıkarılmama neden oldu. Şimdi sorsanız o dönemdeki kültürel ve politik istemlerimi yineler miyim diye; cevabım hiç düşünmeden 'evet!' olur. Bunun da altını gururla çizebilirim.
Vatandaşlık olayı: Bir uyruk taşımak bence bir formalite olayından başka bir şey değildir. Bir sanatçı, kökenini, insanları/ insanlarını sevmelidir ki evrenselliğe talip olabilsin.
Burada geçmişime bir açıklık daha getirmek istiyorum. 38 yıllık sanat hayatımda ne Türkiye'den, ne de Alman makamlarından hiçbir maddi destek almadım. Hatta, uluslararası, zor duruma düşmüş sanatçılar için kurulan kültür daireleri beni arayarak maddi, manevi yardım istedi. Ben de elimden geldiği kadar yardım etmeye çalıştım.Yani sözü edilen, Türk/ Alman makamlarının bana yardım ettiği iddiaları bir gerçek değil...

     Kısa bir biyografi?

     1945'te Çorum/ Alaca'nın bir dağ köyünde doğdum. Fakir bir ailenin on ikinci çocuğuyum. Okuma yazma öğrenen ikinci, yüksek tahsil yapan ilk çocuğuyum.Yani, okuma yazma bilmeyen babamın sanatçı oğluyum...

     Görsel sanatların birçok dalında eserler veriyorsunuz. Çalışmalarınızı hangi anlayışla yapıyorsunuz? Eserlerinizde daha çok neleri soyutluyorsunuz? Yüzü insana dönük çalışmalarınız çoğunlukta. Bu konularda bizi biraz aydınlatır mısınız?

     Plastik sanatlar dalında resim, heykel, grafik dalları başta olmak üzere bütün dallarda çalışıyorum. Çalışmalarım, realist, yani anlatıcı realist (lirik realist) düzeyde. Konu olarak da insan, insanın sosyal yaşamı, acısı, sevgisi... Yani ben manzara ressamı değilim... Güzeli insanlıkta aramaktan çıktım yola.

     Türk plastik sanatlarının dünyadaki yeri?

     Türk plastik sanatları genç olmakla beraber, dünya sanat çevresinde örnek boyutlardadır fakat, evrenselliği tartışılır. Nuri İyem, Bedri Rahmi, Hikmet Onat, daha adlarını burada saymadığım bir sürü sanatçımız evrensel boyutlarda olmasına rağmen, ne yazık ki eserleri koleksiyoncuların bodrumlarında saklanmakta. Eğer düzgün bir kültür politikası yapılır da sanatçılarımızı sınırların ötesine taşımak için çaba harcarsak, Türk plastik sanatının evrensel boyutlara ulaşabileceğini söyleyebiliriz.
Ne yazık ki aynı sorunları genç sanatçılarımız da yaşıyor. İşte vakfımızın görevlerinden biri de onları dışarıya taşımak olacaktır. Amacımız büyük Türk sanatçısından ziyade evrensel ve Türkiye çıkışlı bir sanatın ispatına yardım etmek. Batı'da yaşadığı ve çok da iyi olduğu halde evrensel başarıya ulaşamamış sanatçılarımız da aynı hatayı yapmaktadır. Bu da sanat pazarının kurallarını bilmemekten doğmaktadır. Bu sorunu çözmekse sadece bireylerin kişisel uğraşlarıyla gerçekleşemez. Burada devlete de büyük iş düşer. Sorunlara ancak el ele verilirse çare bulunabilir.

     Uluslararası birçok karma sergiye yapıtlarınızla katıldığınız gibi, yüzlerce de kişisel sergi açtınız. Bunlar hakkında kısa bir bilgi edinelim. Görüştüğüm tüm görsel sanat emekçisi arkadaşlarımız bu sergilere gelen Türkiyelilerin yok denecek kadar az ilgi gösterdiklerinden yakınıyorlar. Siz de böyle kaygılar taşıyor musunuz? Plastik sanatlara karşı ilginin bu kadar az olması size ne anlatıyor?

     Şu ana kadar 450'nin üzerinde uluslararası düzeyde sergim oldu. Buradaki sanatçı arkadaşlarımızın yaşadıklarını bende yaşıyorum. Toplumumuz sergi, okuma, tiyatro gibi kültür olaylarına katılmıyor. Tabi bunun çeşitli sebepleri var. Bu kişilerin, Türkiye’nin kırsal kesimlerinden geldiğini ve çoğunun okuma yazma bilmediği gibi, herhangi bir eğitim de almadıklarını unutmayalım. İkinci jenerasyon da birincisinden farklı değildi. Ama üçüncü nesilde bir takım kıpırtılar başladı. İleride birçok şeyin değişeceğine inandığım için, eskisine oranla daha da fazla çaba harcıyorum. Fakat tüm çabalarımıza rağmen sürenin uzun olacağını da söylemeden edemeyeceğim.

     Göçten bu yana özellikle Almanya'da birçok kişinin önderliğinde dernek ve benzeri kurum ya da kuruluşlar oluşturuldu. Bunların kısa süre içinde ya amaçlarından/ tüzüklerinden saptığını ya da bir süre sonra kapandığını biliyoruz. Son olarak Baden - Baden Eyaleti'nde ve Kalsruhe Başkonsolosumuz Sayın Erdoğan Kök'ün büyük bir özveri ve tüm iyi niyetiyle desteklediği, Sayın Nevzat Şahin'in hazırladığı projede buluşmuştuk. Bu tasarlanan projeye önce katkıda bulunmak istediniz; sonrasında geri çekildiniz. Sizin bu tür kuruluşlara ya da projelere her zaman destek verdiğinizi biliyoruz. Bize bu geri çekilişin nedenlerini söyleyebilir misiniz?

     Aslında bu kültür çalışmalarına sevinir, canla başla sarılır ve elimden geldiği kadar da yardım ederim. Ben, dernek çalışmalarının başlangıç döneminde yapılmaması gereken hataları açıkça konuşur ve ön çözümler ararım. Bu çözüm arama çabalarıma yaklaşılmadığı gibi, neredeyse suçlu duruma getirilmeye çalışıldım. O yönden kendimi geri çekmek zorunluluğunda kaldım.
     İkinci neden: O dönemde vakfımız kurulmuş ve açılış tanıtımı çalışmalarının sonuna gelinmişti. Dernek işinde öncülük yapan sanatçı arkadaşımızın, tarihi belli bu olaya dört gün öncesi, “Sen gel, o vakıf işini biraz geriye at; bize katıl” demesi de arkadaşımızın yapılan işi kavrayamadığı kanısına yol açtı bende.
Beni rahatsız eden üçüncü bir olay ise, lobi kurmayı yazılı olarak ortaya koyarak, bu iş için bir dernek gerçekleştirmeye gerek görmekti. Böylesi amatör bir fikre/ yaklaşıma harcanacak paraların ve emeklerin sorumluluğunu üzerime almak istemememden dolayıdır. Lobi kağıt üzerinde, protokollerle kurulmaz! Lobi sevgiyle oluşturulur, dayanışmayla yayılır... Eğer toplumumuzda bu dayanışma gerçeğini daha sağlayamadıysak, yapılan işin kendi kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramayacağını açıkça söylemek isterim. Bu sözlerimi bir suçlama olarak görenler çıkacaktır. Umarım tüm düşündüklerimde yanılmış olurum.
     Ben içinde olmasam da böyle bir girişimin/ organizasyonun, şekil ve yapısı hakkında iyi düşünülmesini, kuruluşun yapılaşacağı ülkenin kanunlarının iyi irdelenmesini, kurulmuş ve dağılmış derneklerin deneyimlerinden yararlanılmasını salık vermek isterim.
     Bu güne kadar dernek kurmak isteyen kişilere önerdiklerimi ve bu kurulan derneklerin hala hayatta olduklarını, kendilerinden biteviye teşekkür aldığımı göz önünde bulundurarak bu önerileri yaptım.
Fakat gördüm ki Baden-Baden'da yapılan toplantıda, benim orada olmam başka bir işe yaramıyor. İşte bu nedenlerden dolayı geri çekilmek zorunda kaldım.

     Biraz da başka konulara değinelim: Şu anda çalışma masanızın üstü kitaplar, dosyalarla, not düştüğünüz kağıtlarla dolu. Bana bir kitap yazmaya başladığınızı söylemiştiniz. Nedir bu kitap? İsmail Çoban'ın görsel sanatlarla uğraşan biri olduğunu herkes biliyor. Bu kadar işin-gücün arasında yoksa yazarlığa da mı başladınız?Bu uğraş için vaktiniz var mı?

     Bu soruyu bana böyle direk sorduğun için, benim de bazı detayları ekleyerek yanıtlamam gerekir. Senelerdir yazıyorum ama kararımı görsel sanatçı olmakta verdim. Yazdığım kitap edebi bir kitap değil. Sanatçıların sanat pazarında dikkat etmesi gereken kurallar hakkında. Yani, yapılacak ya da yapılmış hataların analizi bu kitap; bir kılavuz niteliğinde. Yabanda yaşayan biz sanatçılar, başarı ve başarısızlığı, devamlı, yaşadığımız ülkedeki kurum ve kuruluşlara yükleriz. Galeriler bizi dışladıklarında, sanat çevresine girmekte ne tür hatalar yapıyoruz diye düşünmeyiz. İşte yıllar yılı yaşadığım, gözlediğim, araştırdığım konuları bu kitaba alıyorum. Başarının sırlarını kendilerinde aramaları önerisinde bulunacağım.

     Haklısın, aslında yazmaya hiç zamanım yok. Bunun da bir hizmet olduğunu düşünüyor, olmayan zamanımdan parçacıkları yan yana getirerek bu kitabı oluşturmaya çalışıyorum..

     Konu açılmışken biraz da bir yazarla, bir ressam arasındaki benzerlik ya da zıtlıklardan söz edelim. Bir yazar, yazdıklarıyla önce kendisi hesaplaşır. Siz de yapıtlarınızla hesaplaşıyor musunuz?Yani ben ne yapıyorum, ne yapmalıyım, mesajımı kime-nereye göndermeliyim v.d. sorularınız oluyor mu kendinize?

     Sanatçının genelde kendisiyle, yapıtlarıyla hesaplaşması gerekir; hangi sanat dalında olursa olsun. Halkla ilişkiler ise hepimiz için kaçınılmaz bir işlev. Bu, direk öğrenim yollarından biridir.
Öğrenimini durdurmuş bir sanatçı ölü sanatçıdır. O duruma düşmemek için öğrenimi kendime ilke olarak aldım. Her gün yeni şeyler öğreniyorum.

     Yazarın bir dili var. Ne yazmak, hangi mesajı vermek istediğini -şiir hariç- kesinlikle okuyucusuna ulaştırabiliyor. Ressamın? Ressamın fırçası? Galerilerinizi gezen kişilerin sizi anladığına emim misiniz? ''Evet, ben de böyle resim yapmak istiyorum" diyen kişiler çıkıyor mu? Resim, yazın türleri içinde en çok şiire mi benziyor yoksa?

     Resmin de bir dili var. Hem de, bu dili bilmeyenlerin bile anlayacağı bir dil. Bir gün, ömrünü yazınla geçirmiş ve 50'nin üzerinde kitap yazmış, uluslararası üne kavuşmuş bir yazarımız: “Okumayı öğrendik ama resimlere bakmasını kimse bize öğretmedi” dediğinde hiç şaşırmadım. Bu türde eser veren sanatçıların dilinin, yazın dilinden daha etkin olduğunu vurgulamak istiyor bu sözler. O halde? Demek ki resim, bu sanattan anlamayan birine, onun dili ile hitap edebiliyor.

     Yetiştirdiğiniz biri ya da birileri var mı?

     Çeşitli akademileri bitirmiş ya da devam eden genç öğrencilerim olduğu gibi, bu okullarda öğretim üyeliği yapan öğrencim olmuş sanatçı dostlarım da var. Bayramda seyranda, bir sorunları olduğunda beni ararlar. Bana önderlik yapan sanatçı arkadaşlarım da var. Onları da ben arıyor ve hal-hatır soruyum. Karşılıklı fikir alışverişinde bulunuyoruz. Bir dönence yani.

     Galerilerde, takım erki (oligarşi) sürmekte. Bu basılı yayın için de aynı. Birçok yetenekli genç bu barajı aşamıyor ve sanata/ yazına küsüyor. Bu konuda genç sanatçılara önerileriniz?

     Böyle büyük bir problem görsel sanatlarda da yaşanmakta. Ama bu sorun sade gençlerin değil yaşlı sanatçıların da sorunu. Yukarıda söylediğim kitapçığımda zaten bu konuya değindim çoğunlukla. Bu sorun birkaç cümleyle anlatılacak boyutlarda değil. Konunun üstüne bilinçli bir şekilde gidilmesinde yarar var.

     Yazınla uğraşan kişilerde sık sık şuna rastlıyoruz. Şiirden örnek verecek olursak; 'şu gibi', 'bu gibi' yazıyoruz diye övünenler çoğunlukta. Hala, Karaç'oglan gibi, Yunus Emre gibi yazmaya çalışanlar var. Resim sanatında Van Gogh, Picasso taklit etmeye, onlar gibi eser vermeye çalışan binlerce örnekle karşılaşıyoruz. Bu kişiler neden kendileri gibi yazmak, resim yapmak yerine onlar gibi olmaya çalışıyorlar?

     Uluslararası sanat pazarı bunu hemen anladığından bu kişilerin maalesef hiç şansı yok. Geçmişte yapılanların benzerini yapmak bir sanatçının kendi kendini harcamasından vaktini boşa geçirmesinden başka bir şey olmadığından, sanatçının kendini, kendi sanatını aramasını önereceğim.

     Sizde de edebiyatta olduğu gibi Türkiye - Avrupa/ Almanya çekişmesi var mı? Türkiyeli sanatçılar sizleri nasıl tanımlıyor, siz onları nasıl tanımlıyorsunuz? Aranızda bir köprü oluşturabildiniz mi?

     Bir önceki verdiğim yanıttan dolayı var. Bu gerçeği, ülkemizden yeni gelmiş bir sanatçımızla tartışırsanız ve o kişi size ' bunları kıskançlık yüzünden söylüyorsunuz' derse şaşırmamalısınız. Tabi problemleri anlayıp hemen sorunlara çare arayan sanatçılarımız da var. Onlarla hiç problem yaşanmadığı gibi aramızda köprü dediğimiz iyi dostlularımız da var.

     "İnsanoğlu yalnızca ekmekle yaşamaz. Sanat ve kültür, bir toplumun iletişimini, uyumunu ve bütünlüğünü destekleyen değerlerdir. Sanatsız toplum, tuzsuz yemeğe benzer." Bu sizin sözünüz. Peki tuzsuz ekmeği de bulamayan milyonlarca insan yaşamakta dünyamızda. Siz bir sanatçı olarak bu insanlar için ne yapıyorsunuz? Daha geçtiğimiz günlerde milyarlarca raketin -laf olsun diye- havaya fırlatıldığı, köpüklü şarapların, şampanyaların su gibi içildiği dünyamızda insanların neyi kutladığını saptayabildiniz mi?

     Sayın Çoban, sorulacak, konuşulacak o kadar çok şey var ki. Benim aklıma gelenler bunlar. Sizin eklemek istediklerinizi ben kaleme alıyorum; buyurun.

     Aslında bu tuzsuz ekmeği bulamayan toplumu yaratan bizleriz. İnsanoğlunun egoist bir yapıya sahip olduğunu, bu dünyadan giderken bir kaç metre bezden başka bir şey götüremeyeceğini önceki sözlerimde vurguladım. Bu problemleri de görerek kurduğumuz, İsmail Çoban Vakfı, bu kişilere de yardım amacı gütmekte. Bu toplumlar aslında dünyanın en eski kültürleri. Yüzyıllarca emekleri sömürülmüş, bilinçli bir şekilde fakir bırakılmışlardır. Bu gün bile üretimlerini durdurmak, bedavadan veya kendi ürettiklerinden çok daha az bir ederle onlardan almak, böylece de ucuz ve ferah bir yaşam sağlamak için önlerine geçilmek istenmektedir.
     Bir atasözü vardır; ”Bir kişiye, balık yemeyi değil balık tutmasını öğret”. Bu niyetle son yirmi beş- otuz senemi onlarla paylaştım. İyi arkadaşlıklar kurdum. O ülkelerde de öğretim dalında emek veren, benim/ bizim gibi düşünen insanlar var. Eğer bir kişiyi daha bu bilinçle yaşayanlar ordusuna katmayı başarırsam mutluluğum kat.kat artacaktır. Tabi ki bu gerçeği bireysel olarak değiştirebileceğime inanan biri değilim. Fakat bu girişimler, belki tuzlu ekmek değil ama tuzsuz da olsa, birkaç ekmeği o ülkelere ulaştırabilir. Herkes görevini yaparsa, kamyonlar dolusu tuzlu ekmek taşımak da olası.
Bu nedenle bize girişimlerimizde katkıda bulunacak herkese şimdiden teşekkür ediyoruz. "Bana ne"cilik hiçbir topluma fayda getirmez!

     Bu güzel sohbet ve bana ayırdığınız değerli zamanınız için teşekkür ederim.

     Ben de teşekkür ederim.

   
 

İsmail Çoban


2001 H@vuz Bilgi Bankası - 2005 Havuz Dergisi

design by tema-solutions