İlk sorum söyle: Bir sanatçı
sadece kendi sanatıyla ilgili konularla ve kendiyle mi uğraşmalı?
Geldiği yer, diğer sanatçılardan çok daha ilerdeyse, diğer sanatçılara
destek olması gerekir mi? Yani kendi kurduğu/oluşturduğu evrende mi
yoksa ayaklarını bastığı yerde mi yaşamalı sanatçı?
Toplumun sanatçıdan çok özveri beklediğini biliyoruz. Sanatçının belli
bir tavrı, duruşu olmalıdır. Bu da öğrenmek ve öğretmektir. Toplum, onun
toplumudur ve onun gereksinimlerini sezinlemesi, buna ayak uydurması
gerekir. Sanatçının alçak gönüllü, çalışkan olması ön koşulardandır.
Toplumdan kopmuş bir kişinin sanatı yoktur. Sanat, kültürün
gereksinimiyse, kültür ihtiyacı olan topluma gereksinimini vermeye
çalışmasından doğar. Günümüzde bu duyguları taşıyan sanatçılara az
rastlamaktayız.
Bazen zor sanat şartları anlaşmazlıklar yaratır. Örneğin; Pir Sutan
Abdal bir toplum sanatçısıdır. Toplum için mücadele etmiş, dayanışma
örnekleri vermiştir. Bunun karşılığında da ekmek yemiştir. Bugün
sanatçıdan tek taraflı olarak çok şey beklenmektedir. Birçok sanatçının
icra ettiği sanatla karnını doyuramadığı bilinmelidir. Yani "yaşamak ve
yaşatmak" anlayışından yola çıkarak, sanatçımızın üretkenliğini
sağlayabilmek için toplumun da onu desteklemesi gerekir.
Çevresini tanımayan sanatçı çoğu konularda yalnız kalır. Diğer sanatçı
ve sanat çevresiyle olan kontaklar bir sanatçı için çok önemlidir, aksi
taktirde sanatçı sınırlanır ve gerekli görevini yapamaz. Sanatçı da bir
insandır. Bazen sadece kendini düşünür. Toplumla olan ilişkilerini
kısıtlarsa, hoş görmekle beraber; uyarılmasında da fayda vardır.
Bana genellikle sorulan klasik soru; "Sanat, sanat için mi, yoksa sanat
toplum için mi?"dir. Bu soruya aslında herkes ilk önce kendi yanıt
vermelidir/ bulmalıdır... Ben, ikincisine inanmakla beraber kalite ve
bir sanatçıdan beklenen şeyleri yerine getirmekte zorluk çekmekteyim.
Örneğin; Toplumun kültür, ve eğitim sorunu sanatçıya yüklenmek
istenmektedir. Bu doğrudur ama eğitimde geç/ geri kalınmışsa sanatçının
yapabileceği çok az şey kalmış demektir. Eğitimsiz bir toplum, sanatsal
değerleri bilmez!
Müzik, edebiyat, görsel sanatlar; ekmek gibi, yaşamın gereksinimleridir.
650 metre karelik bir evde oturuyorsunuz. Görsel sanatlarla uğraşan bir
kişi için tüm altyapı oluşturulmuş. Oldukça büyük bir atölye ve
çalışmalarınla ilgili tüm gereksinmeler burada mevcut. Almanya'daki
birçok akademide bulunmayan bir atölyeye sahipsiniz. Buma rağmen, son
yıllarda kurduğunuz vakfı büyütmek, evrensel boyutlara getirebilmek için
büyük çabalar sarf ediyorsunuz. Bu uğraşınızın nedenleri?
650 metrekarelik güzel bir atölyem var, evim de buna dahil. Bu
serbestliği eşim ve üç çocuğumla paylaşıyorum. Burası benim ikinci
dünyam. Almanya´da birçok akademinin sahip olmadığı imkanlarla
donatılmış bir atölyeyi, sadece kendim için değil, başkalarıyla da
paylaşabilmek için gerçekleştirdim. Fakat iş vakıf kurulma aşamasına
gelince, farkına vardım ki sahip olduğum bu bina oldukça küçük; topluma
açık, kültürel çalışmalar için yetersiz.
Bu ülkedeki nüfusumuz, yaklaşık üç milyona yaklaşıyor. Buna rağmen bir
şeyi anlamakta hala zorluk çekiyoruz: Bu evrenden göçerken, içine
konulduğumuz birkaç metre bezden başka bir şey gerekmiyor. Geride sadece
yüzlerce eser bırakmak tabi ki güzel, ama bizden sonra geleceklere
sadece eserlerimizi değil, bizler gibi eder verecek kişilerin, bu sanat
bayrağını geleceğe taşıyabilmeleri için atölyeler gerekli.
Bana, sahip olduğum bu ev ve iyi şartlarda yaşamam yetmiyor. Sadece
benim çocuklarımın en iyi yaşaması da. Aynı şeylere diğer sanatçı
dostlarımız da, umut vadeden gençlerimiz de kavuşması gerekiyor. Bu
çabayı sırf onun için veriyorum.
Geçtiğimiz aylarda, genç sanatçıları desteklemek ve kurduğunuz vakfa
katkı sağlamak amacıyla, Piyanist Betin Güneş ve orkestrasının konuk
olduğu, her şey en ince ayrıntılarına kadar düşünülmüş, harika bir 'benfiskonzert'
organize ettiniz.
Wuppertal Şehri'nin belediyesi tarafından yeniden restore edilen, tarihi
Stadthalle'de (şehir kapalı salonu) düzenlenen bu geceye, Belediye
Başkanı, Sayın Peter Jung, Wuppertal Şehri'nin ileri gelenleri, çok
sayıda sanat eleştirmeni, gazeteciler ve Almanya'nın en saygın
televizyonları katıldı.
Yapılan konuşmalarda gerek belediye başkanı, gerek sanat eleştirmenleri
sizin bir Türk ya da Alman sanatçısı olduğuz üzerinde değil, 'neler
yaptınız, daha neler yapmak istiyorsunuz' konuları üzerinde konuşmalar
yaptı. Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi, Sayın Mehmet Ali İrtemçelik,
yaklaşık aynı konulara değinirken, sanatın evrenselliğini sık sık
vurgulayarak; sizin Türkiye kökenli bir sanatçı olduğunuzu, siz ve sizin
durumunuzdaki kişilere T.C'nin mutlaka sahip çıkması gerektiğini
vurguladı. Sanatçıların, hür ve sınırsız bir dünyada yaşamaları
gerektiğine işaret etti.
Siz 40 yılı aşkın bir süredir buralarda yaşıyorsunuz. Her ne kadar,
Türkiye'de bulunduğunuz dönemde de ufak-tefek sanatsal çalışmalarınız
olmuşsa da bu geldiğiniz yere, kendi özverili çalışmalarınızla, eyalet
veya belediyelerin yardımıyla geldiniz. Uzun yıllar önce Türkiye'den
kaçmak zorunda olan, vatandaşlıktan çıkartılan, buna rağmen hiçbir zaman
köklerini geldiği topraklardan koparmayan İsmail Çoban'a karşı yapılan
bu -geç- sahiplenmeyi bana açıklar mısınız? Bu haksız bir sahiplenme ya
da sahiplenmeye çalışmak değil midir?
Vakıfımızın kuruluş tanıtımı için düzenlenen bu geceye, Alman ve Türk
basını olağanüstü bir ilgi gösterdi. TRT-INT, Kanal D, TD Fernsehen, WDR
v.s. bu akşam üzerine güzel bir yayınlar yaptılar. Türk basınının
yankıları; Azerbaycan, Kırgızistan, İngiltere, İsviçre, ABD'ye kadar
uzanmış olmalı ki o ülkelerden tebrik telefonları, yazıları geldi.
Yapılan konuşmalarda en dikkat çekici nokta; Alman konuşmacıların daha
çok yapılması gerekli işlerden konu açmasıydı. Bu da 37 yıllık bir zaman
diliminde onlarda bıraktığım imajla ilgili. Bu zaman içinde onlarla
sanat çalışması ve tartışması yaptığımda; sanatın sınırsızları
olmadığını -her yeri geldiğinde- vurguladım. Alman basınının da
geçmişimi bir köşeye sıkıştırıp bazı olayları belli çekmecelere koyması,
itici gelmedi değil. Ama gerçekçi anlatımlarla bu sorunların önüne
geçtik, tabi bu da kolay olmadı.
Sayın Büyükelçi'mizin Türkiye çıkışlı bir sanatçıyı kucaklamak
istemesini çok tabi görüyorum. Daha önce de diplomatlarımızla
dostluklarımız olmasına rağmen, sosyal sorunlarımız, sanatsal ve kültür
çalışmalarımızda çeşitli politik nedenlerle gündeme gelmedi/ getiremedik;
yalnız bırakıldık. Sayın İrtemçelik, Wuppertal ziyaretinde iki
konuşmasında da sanatın evrenselliğini vurgularken kişi olarak Türkiye
çıkışlı olduğumun üzerinde önemle durdu ve ilk defa sanatçısına sahip
çıkan diplomat olarak bizleri mutlu etti.
Gönül isterdi ki Sayın Büyük Elçimiz'in bu günkü yaklaşımları bundan
senelerce önce gerçekleşseydi. Böylelikle, bugün toplumumuz içinde
bulunduğu kültür deflasyonu yaşanmayabilirdi.
Bu gereksinimleri bundan otuz yıl önce dile getirdiğimde, sadece politik
çevrelerden değil, sol kanatları temsil eden gruplardan da dışlandığımı
söylersem inanmazsınız. Çünkü o zamanlar herkes kendilerine ait olan
bayrağını taşımamı istiyordu. Basın da bu yanlışlığın bilinçsiz bir
şekilde destekçiliğini yaptı. İşte bu tutum vatandaşlıktan çıkarılmama
neden oldu. Şimdi sorsanız o dönemdeki kültürel ve politik istemlerimi
yineler miyim diye; cevabım hiç düşünmeden 'evet!' olur. Bunun da altını
gururla çizebilirim.
Vatandaşlık olayı: Bir uyruk taşımak bence bir formalite olayından başka
bir şey değildir. Bir sanatçı, kökenini, insanları/ insanlarını
sevmelidir ki evrenselliğe talip olabilsin.
Burada geçmişime bir açıklık daha getirmek istiyorum. 38 yıllık sanat
hayatımda ne Türkiye'den, ne de Alman makamlarından hiçbir maddi destek
almadım. Hatta, uluslararası, zor duruma düşmüş sanatçılar için kurulan
kültür daireleri beni arayarak maddi, manevi yardım istedi. Ben de
elimden geldiği kadar yardım etmeye çalıştım.Yani sözü edilen, Türk/
Alman makamlarının bana yardım ettiği iddiaları bir gerçek değil...
Kısa bir biyografi?
1945'te Çorum/ Alaca'nın bir dağ köyünde doğdum. Fakir bir ailenin on
ikinci çocuğuyum. Okuma yazma öğrenen ikinci, yüksek tahsil yapan ilk
çocuğuyum.Yani, okuma yazma bilmeyen babamın sanatçı oğluyum...
Görsel sanatların birçok dalında eserler veriyorsunuz. Çalışmalarınızı
hangi anlayışla yapıyorsunuz? Eserlerinizde daha çok neleri
soyutluyorsunuz? Yüzü insana dönük çalışmalarınız çoğunlukta. Bu
konularda bizi biraz aydınlatır mısınız?
Plastik sanatlar dalında resim, heykel, grafik dalları başta olmak üzere
bütün dallarda çalışıyorum. Çalışmalarım, realist, yani anlatıcı realist
(lirik realist) düzeyde. Konu olarak da insan, insanın sosyal yaşamı,
acısı, sevgisi... Yani ben manzara ressamı değilim... Güzeli insanlıkta
aramaktan çıktım yola.
Türk plastik sanatlarının dünyadaki yeri?
Türk plastik sanatları genç olmakla beraber, dünya sanat çevresinde
örnek boyutlardadır fakat, evrenselliği tartışılır. Nuri İyem, Bedri
Rahmi, Hikmet Onat, daha adlarını burada saymadığım bir sürü sanatçımız
evrensel boyutlarda olmasına rağmen, ne yazık ki eserleri
koleksiyoncuların bodrumlarında saklanmakta. Eğer düzgün bir kültür
politikası yapılır da sanatçılarımızı sınırların ötesine taşımak için
çaba harcarsak, Türk plastik sanatının evrensel boyutlara
ulaşabileceğini söyleyebiliriz.
Ne yazık ki aynı sorunları genç sanatçılarımız da yaşıyor. İşte
vakfımızın görevlerinden biri de onları dışarıya taşımak olacaktır.
Amacımız büyük Türk sanatçısından ziyade evrensel ve Türkiye çıkışlı bir
sanatın ispatına yardım etmek. Batı'da yaşadığı ve çok da iyi olduğu
halde evrensel başarıya ulaşamamış sanatçılarımız da aynı hatayı
yapmaktadır. Bu da sanat pazarının kurallarını bilmemekten doğmaktadır.
Bu sorunu çözmekse sadece bireylerin kişisel uğraşlarıyla gerçekleşemez.
Burada devlete de büyük iş düşer. Sorunlara ancak el ele verilirse çare
bulunabilir.
Uluslararası birçok karma sergiye yapıtlarınızla katıldığınız gibi,
yüzlerce de kişisel sergi açtınız. Bunlar hakkında kısa bir bilgi
edinelim. Görüştüğüm tüm görsel sanat emekçisi arkadaşlarımız bu
sergilere gelen Türkiyelilerin yok denecek kadar az ilgi
gösterdiklerinden yakınıyorlar. Siz de böyle kaygılar taşıyor musunuz?
Plastik sanatlara karşı ilginin bu kadar az olması size ne anlatıyor?
Şu ana kadar 450'nin üzerinde uluslararası düzeyde sergim oldu. Buradaki
sanatçı arkadaşlarımızın yaşadıklarını bende yaşıyorum. Toplumumuz sergi,
okuma, tiyatro gibi kültür olaylarına katılmıyor. Tabi bunun çeşitli
sebepleri var. Bu kişilerin, Türkiye’nin kırsal kesimlerinden geldiğini
ve çoğunun okuma yazma bilmediği gibi, herhangi bir eğitim de
almadıklarını unutmayalım. İkinci jenerasyon da birincisinden farklı
değildi. Ama üçüncü nesilde bir takım kıpırtılar başladı. İleride birçok
şeyin değişeceğine inandığım için, eskisine oranla daha da fazla çaba
harcıyorum. Fakat tüm çabalarımıza rağmen sürenin uzun olacağını da
söylemeden edemeyeceğim.
Göçten bu yana özellikle Almanya'da birçok kişinin önderliğinde dernek
ve benzeri kurum ya da kuruluşlar oluşturuldu. Bunların kısa süre içinde
ya amaçlarından/ tüzüklerinden saptığını ya da bir süre sonra
kapandığını biliyoruz. Son olarak Baden - Baden Eyaleti'nde ve Kalsruhe
Başkonsolosumuz Sayın Erdoğan Kök'ün büyük bir özveri ve tüm iyi
niyetiyle desteklediği, Sayın Nevzat Şahin'in hazırladığı projede
buluşmuştuk. Bu tasarlanan projeye önce katkıda bulunmak istediniz;
sonrasında geri çekildiniz. Sizin bu tür kuruluşlara ya da projelere her
zaman destek verdiğinizi biliyoruz. Bize bu geri çekilişin nedenlerini
söyleyebilir misiniz?
Aslında bu kültür çalışmalarına sevinir, canla başla sarılır ve elimden
geldiği kadar da yardım ederim. Ben, dernek çalışmalarının başlangıç
döneminde yapılmaması gereken hataları açıkça konuşur ve ön çözümler
ararım. Bu çözüm arama çabalarıma yaklaşılmadığı gibi, neredeyse suçlu
duruma getirilmeye çalışıldım. O yönden kendimi geri çekmek
zorunluluğunda kaldım.
İkinci neden: O dönemde vakfımız kurulmuş ve açılış tanıtımı
çalışmalarının sonuna gelinmişti. Dernek işinde öncülük yapan sanatçı
arkadaşımızın, tarihi belli bu olaya dört gün öncesi, “Sen gel, o vakıf
işini biraz geriye at; bize katıl” demesi de arkadaşımızın yapılan işi
kavrayamadığı kanısına yol açtı bende.
Beni rahatsız eden üçüncü bir olay ise, lobi kurmayı yazılı olarak
ortaya koyarak, bu iş için bir dernek gerçekleştirmeye gerek görmekti.
Böylesi amatör bir fikre/ yaklaşıma harcanacak paraların ve emeklerin
sorumluluğunu üzerime almak istemememden dolayıdır. Lobi kağıt üzerinde,
protokollerle kurulmaz! Lobi sevgiyle oluşturulur, dayanışmayla
yayılır... Eğer toplumumuzda bu dayanışma gerçeğini daha
sağlayamadıysak, yapılan işin kendi kendimizi kandırmaktan başka bir işe
yaramayacağını açıkça söylemek isterim. Bu sözlerimi bir suçlama olarak
görenler çıkacaktır. Umarım tüm düşündüklerimde yanılmış olurum.
Ben içinde olmasam da böyle bir girişimin/ organizasyonun, şekil ve
yapısı hakkında iyi düşünülmesini, kuruluşun yapılaşacağı ülkenin
kanunlarının iyi irdelenmesini, kurulmuş ve dağılmış derneklerin
deneyimlerinden yararlanılmasını salık vermek isterim.
Bu güne kadar dernek kurmak isteyen kişilere önerdiklerimi ve bu kurulan
derneklerin hala hayatta olduklarını, kendilerinden biteviye teşekkür
aldığımı göz önünde bulundurarak bu önerileri yaptım.
Fakat gördüm ki Baden-Baden'da yapılan toplantıda, benim orada olmam
başka bir işe yaramıyor. İşte bu nedenlerden dolayı geri çekilmek
zorunda kaldım.
Biraz da başka konulara değinelim: Şu anda çalışma masanızın üstü
kitaplar, dosyalarla, not düştüğünüz kağıtlarla dolu. Bana bir kitap
yazmaya başladığınızı söylemiştiniz. Nedir bu kitap? İsmail Çoban'ın
görsel sanatlarla uğraşan biri olduğunu herkes biliyor. Bu kadar
işin-gücün arasında yoksa yazarlığa da mı başladınız?Bu uğraş için
vaktiniz var mı?
Bu soruyu bana böyle direk sorduğun için, benim de bazı detayları
ekleyerek yanıtlamam gerekir. Senelerdir yazıyorum ama kararımı görsel
sanatçı olmakta verdim. Yazdığım kitap edebi bir kitap değil.
Sanatçıların sanat pazarında dikkat etmesi gereken kurallar hakkında.
Yani, yapılacak ya da yapılmış hataların analizi bu kitap; bir kılavuz
niteliğinde. Yabanda yaşayan biz sanatçılar, başarı ve başarısızlığı,
devamlı, yaşadığımız ülkedeki kurum ve kuruluşlara yükleriz. Galeriler
bizi dışladıklarında, sanat çevresine girmekte ne tür hatalar yapıyoruz
diye düşünmeyiz. İşte yıllar yılı yaşadığım, gözlediğim, araştırdığım
konuları bu kitaba alıyorum. Başarının sırlarını kendilerinde aramaları
önerisinde bulunacağım.
Haklısın, aslında yazmaya hiç zamanım yok. Bunun da bir hizmet olduğunu
düşünüyor, olmayan zamanımdan parçacıkları yan yana getirerek bu kitabı
oluşturmaya çalışıyorum..
Konu açılmışken biraz da bir yazarla, bir ressam arasındaki benzerlik ya
da zıtlıklardan söz edelim. Bir yazar, yazdıklarıyla önce kendisi
hesaplaşır. Siz de yapıtlarınızla hesaplaşıyor musunuz?Yani ben ne
yapıyorum, ne yapmalıyım, mesajımı kime-nereye göndermeliyim v.d.
sorularınız oluyor mu kendinize?
Sanatçının genelde kendisiyle, yapıtlarıyla hesaplaşması gerekir; hangi
sanat dalında olursa olsun. Halkla ilişkiler ise hepimiz için kaçınılmaz
bir işlev. Bu, direk öğrenim yollarından biridir.
Öğrenimini durdurmuş bir sanatçı ölü sanatçıdır. O duruma düşmemek için
öğrenimi kendime ilke olarak aldım. Her gün yeni şeyler öğreniyorum.
Yazarın bir dili var. Ne yazmak, hangi mesajı vermek istediğini -şiir
hariç- kesinlikle okuyucusuna ulaştırabiliyor. Ressamın? Ressamın
fırçası? Galerilerinizi gezen kişilerin sizi anladığına emim misiniz?
''Evet, ben de böyle resim yapmak istiyorum" diyen kişiler çıkıyor mu?
Resim, yazın türleri içinde en çok şiire mi benziyor yoksa?
Resmin de bir dili var. Hem de, bu dili bilmeyenlerin bile anlayacağı
bir dil. Bir gün, ömrünü yazınla geçirmiş ve 50'nin üzerinde kitap
yazmış, uluslararası üne kavuşmuş bir yazarımız: “Okumayı öğrendik ama
resimlere bakmasını kimse bize öğretmedi” dediğinde hiç şaşırmadım. Bu
türde eser veren sanatçıların dilinin, yazın dilinden daha etkin
olduğunu vurgulamak istiyor bu sözler. O halde? Demek ki resim, bu
sanattan anlamayan birine, onun dili ile hitap edebiliyor.
Yetiştirdiğiniz biri ya da birileri var mı?
Çeşitli akademileri bitirmiş ya da devam eden genç öğrencilerim olduğu
gibi, bu okullarda öğretim üyeliği yapan öğrencim olmuş sanatçı
dostlarım da var. Bayramda seyranda, bir sorunları olduğunda beni
ararlar. Bana önderlik yapan sanatçı arkadaşlarım da var. Onları da ben
arıyor ve hal-hatır soruyum. Karşılıklı fikir alışverişinde bulunuyoruz.
Bir dönence yani.
Galerilerde, takım erki (oligarşi) sürmekte. Bu basılı yayın için de
aynı. Birçok yetenekli genç bu barajı aşamıyor ve sanata/ yazına
küsüyor. Bu konuda genç sanatçılara önerileriniz?
Böyle büyük bir problem görsel sanatlarda da yaşanmakta. Ama bu sorun
sade gençlerin değil yaşlı sanatçıların da sorunu. Yukarıda söylediğim
kitapçığımda zaten bu konuya değindim çoğunlukla. Bu sorun birkaç
cümleyle anlatılacak boyutlarda değil. Konunun üstüne bilinçli bir
şekilde gidilmesinde yarar var.
Yazınla uğraşan kişilerde sık sık şuna rastlıyoruz. Şiirden örnek
verecek olursak; 'şu gibi', 'bu gibi' yazıyoruz diye övünenler
çoğunlukta. Hala, Karaç'oglan gibi, Yunus Emre gibi yazmaya çalışanlar
var. Resim sanatında Van Gogh, Picasso taklit etmeye, onlar gibi eser
vermeye çalışan binlerce örnekle karşılaşıyoruz. Bu kişiler neden
kendileri gibi yazmak, resim yapmak yerine onlar gibi olmaya
çalışıyorlar?
Uluslararası sanat pazarı bunu hemen anladığından bu kişilerin maalesef
hiç şansı yok. Geçmişte yapılanların benzerini yapmak bir sanatçının
kendi kendini harcamasından vaktini boşa geçirmesinden başka bir şey
olmadığından, sanatçının kendini, kendi sanatını aramasını önereceğim.
Sizde de edebiyatta olduğu gibi Türkiye - Avrupa/ Almanya çekişmesi var
mı? Türkiyeli sanatçılar sizleri nasıl tanımlıyor, siz onları nasıl
tanımlıyorsunuz? Aranızda bir köprü oluşturabildiniz mi?
Bir önceki verdiğim yanıttan dolayı var. Bu gerçeği, ülkemizden yeni
gelmiş bir sanatçımızla tartışırsanız ve o kişi size ' bunları
kıskançlık yüzünden söylüyorsunuz' derse şaşırmamalısınız. Tabi
problemleri anlayıp hemen sorunlara çare arayan sanatçılarımız da var.
Onlarla hiç problem yaşanmadığı gibi aramızda köprü dediğimiz iyi
dostlularımız da var.
"İnsanoğlu yalnızca ekmekle yaşamaz. Sanat ve kültür, bir toplumun
iletişimini, uyumunu ve
bütünlüğünü destekleyen değerlerdir. Sanatsız toplum, tuzsuz yemeğe
benzer." Bu sizin sözünüz. Peki tuzsuz ekmeği de bulamayan milyonlarca
insan yaşamakta dünyamızda. Siz bir sanatçı olarak bu insanlar için ne
yapıyorsunuz? Daha geçtiğimiz günlerde milyarlarca raketin -laf olsun
diye- havaya fırlatıldığı, köpüklü şarapların, şampanyaların su gibi
içildiği dünyamızda insanların neyi kutladığını saptayabildiniz mi?
Sayın Çoban, sorulacak, konuşulacak o kadar çok şey var ki. Benim aklıma
gelenler bunlar. Sizin eklemek istediklerinizi ben kaleme alıyorum;
buyurun.
Aslında bu tuzsuz ekmeği bulamayan toplumu yaratan bizleriz.
İnsanoğlunun egoist bir yapıya sahip olduğunu, bu dünyadan giderken bir
kaç metre bezden başka bir şey götüremeyeceğini önceki sözlerimde
vurguladım. Bu problemleri de görerek kurduğumuz, İsmail Çoban Vakfı, bu
kişilere de yardım amacı gütmekte. Bu toplumlar aslında dünyanın en eski
kültürleri. Yüzyıllarca emekleri sömürülmüş, bilinçli bir şekilde fakir
bırakılmışlardır. Bu gün bile üretimlerini durdurmak, bedavadan veya
kendi ürettiklerinden çok daha az bir ederle onlardan almak, böylece de
ucuz ve ferah bir yaşam sağlamak için önlerine geçilmek istenmektedir.
Bir atasözü vardır; ”Bir kişiye, balık yemeyi değil balık tutmasını
öğret”. Bu niyetle son yirmi beş- otuz senemi onlarla paylaştım. İyi
arkadaşlıklar kurdum. O ülkelerde de öğretim dalında emek veren, benim/
bizim gibi düşünen insanlar var. Eğer bir kişiyi daha bu bilinçle
yaşayanlar ordusuna katmayı başarırsam mutluluğum kat.kat artacaktır.
Tabi ki bu gerçeği bireysel olarak değiştirebileceğime inanan biri
değilim. Fakat bu girişimler, belki tuzlu ekmek değil ama tuzsuz da
olsa, birkaç ekmeği o ülkelere ulaştırabilir. Herkes görevini yaparsa,
kamyonlar dolusu tuzlu ekmek taşımak da olası.
Bu nedenle bize girişimlerimizde katkıda bulunacak herkese şimdiden
teşekkür ediyoruz. "Bana ne"cilik hiçbir topluma fayda getirmez!
Bu güzel sohbet ve bana ayırdığınız değerli zamanınız için teşekkür
ederim.
Ben de teşekkür ederim.
|