ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 

Yatır


     Yatır (Everest Yayınları 2005) adlı romanın giriş bölümlerinden biri.
     Zor Mekân

     7 ŞUBAT 1926 – PAZAR – 00.07
     ALSANCAK - İZMİR



     Süleyman Kılaronopules altın kaplamalı köstekli saatinin yüzeyine dalmış gitmişti. Yavaşça geri çekilen ürkü denizinin yeniden serbest bıraktığı kumsaldaki rengarenk umut taşlarını görmekten şaşkındı. Yedi kocaman dakika geçmişti ve olağanüstü bir şey olduğu falan yoktu. Henüz fark etmiyor olabilir miydi?
     Çocukluğundan beri gizemli merak ve kâbus kumbarasını tıka basa dolduran koyu pembe gül desenli taşlara baktı. Karşılıklı yüzlerdeki iki pervazda duran gaz lambaları sayesinde ışık kalıbına çift gölge yaptırmaktaydı. Dört ayak emekler durumunda yüzü sokak yönüne çevrili solundaki ve sağındaki gölgelerden güçlükle sıyırdı bakışlarını. Desenleri ve yıllara meydan okuyan pürüzsüz yüzeyi yakından görmek, içine girmek ve anlamak istiyordu. Bu taşların yüzeyi esas portreyi gizleyen bir tavır içindeydi sanki.
İçini çekerek doğruldu ve saati yeleğinin köstek cebine yerleştirdi. Bomboş bodrumun her köşesine baktı. Acele etmeden ve ayrıntıları ıskalamadan. Altı metre tabanlı, üç buçuk metre yüksekliği olan bir kare prizmanın iç yüzeyini taramak eşyasızlığına rağmen zaman alan ve baş döndüren bir işti. İnsanın bütün vücuduna yayılmış gözlere sahip olmamasında bir hikmet değil, bin atalet olduğunu düşünmekteydi. Süleyman bir algı derinliği manyağıydı.
     Oğlum büyüyünce ne olacaksın söyle bakalım?
Ressam olucam ve dünyanın zehir zemberek zahiri bir resmini yapıcam dedecim.
Neymiş o zehir zemberek zahiri dediğin şey?
Ayağının altında, belinde, sırtında, başının arkasında ve parmak uçlarında sayısız gözler bulunan biriymişim gibi resimler yapmak istiyorum.
Bak sen aklı arşı bir karış aşmış torunuma benim.
     Küresel görebilmek ve nesnelerin içine nüfuz edebilme çok ciddi bir tutkusuydu. Paris’te, Pierre Loeb galerisinin geçen yıl 14 kasım açılışında bu düşüncesini Jean Miro’ya bizzat açabilme şansına erişmişti.
     Demek eşyayı eşzamanlı görme tutkunuz var. İki boyut bunu sırtına yükletmez kolay kolay mösyö. İnanın içten söylüyorum. Bana kalırsa...
Jean Jean, dün gece nerelere sıvıştın birden?
     Buram buram baygın parfüm kokan kadın konuşmalarını en can alıcı yerde budamıştı. O akşam ve ertesi gün Miro’yla konuşma fırsatı bulamamıştı. Daha sonraki gün ticari işleri nedeniyle güneye inmesi gerekmekteydi. Trende bol bol düşünmüş hayatın aslında ne olduğunu anlamak için sayısız yollar bulunduğunu ve bu yolu mutlaka yürümek zorunda olduklarını bir kere daha keşfetmişti.
     Gazetede İngiliz bilim adamı John L. Baird’in televizyon adlı bir icadından söz edilmekteydi. Altı ay içinde ilk gösterisini yapacaktı. Havaya salınan dalgalarla herkes evinde film izleyecekti. Radyo aşılmıştı bile.
Bilime meraklıydı. Newton’dan, Einstein’a geçişi çok heyecanlı bulmaktaydı. Maddenin aslında bir enerji yumağından ibaret olması fikrinin sarsıcılığına kolayca uyum sağlamıştı. Eşyanın gözlerine kendilerinden kaynaklanan bir kasıtla böyle göründüğü fikri parlamıştı beyninde. Bu zaten vardı da kendi yeni uyanmıştı. Varlığın dış zarfı arkasında durduğumuz pencere camının niteliği derecesine uygun maskeler takınmaktaydı. Aslında neydi? İnsan bunu kavrayabilir miydi? Kavrayamadığı için mi sürrealizm diye bir tarz mevcuttu? Televizyonu, elektriği, izafiyeti bulan kafalar bu sır cevizinin kabuğunu da kırar mıydı bir gün?
     Süleyman Kılaronopules ani bir kararla bodrumun basamaklarını tırmanarak evin giriş katına vardı. Sokak kapısı on metre ötedeydi. O tarafa hiç bakmadan oturma odası ve merdiven lambalarını yakan düğmeyi çevirdi. Evlerinde bir yıldır elektrik vardı. Işığın nesnelerde titremeyen gölgeler meydana getirmesine hâlâ tam olarak alışamamıştı. Evin iç yüzeyinde bu yeni ışıklandırma kaynağına karşı belli belirsiz bir karşı koyma sezinliyordu. Aynı etkiyi Paris ya da İzmir’de elektrikle aydınlanan diğer evlerde pek az hissedebilmekteydi. Şimdi artık bunun nedenine vakıftı. Kehanet faktörü.
Zaman zaman elektrik lambalarının vat veya mum cinsinden toplamına eşit güçte bir dizi gaz lambasına dönüşmüşçesine renk değişimleri ve kıpırtılar meydana gelmekteydi. Dedesi dahil ev halkından hiç kimse bu kıpırtılarla ilgili tek bir kelime etmemişti şimdiye dek. Neden deli sanılacaklarından, tekinsizliği azdıracaklarından korkmak değilse, görememek, hissedememek de olabilirdi pekala.
     Acelesiz adımlarla çatı katına çıktı. Elektriğin hükümranlığı burada sona ermekteydi. Pantolon cebinden çıkardığı kibritle yerde giriş kapısına yakın duran gaz lambasının fitilini tutuşturdu. Renkler ışığın akıl almaz hızına biraz aldırışsızca bir ataletle karanlıktan sıyrıldılar. Işığın nesnelerin yüzeyini deniz dalgaları gibi okşaması içinde her zaman deli gibi çalışma arzusu yakardı.
     Tavanda kapıya en yakın duran kirişe baktı. Son üç aydır bunu yapmadan içeri girdiğini hatırlamıyordu. Koyu kahverengi yüzey karanlık olduğundan fazladan bir derinliğe sahipmiş duygusu vermekteydi. Burayı atölye olarak kullanmaya devam edebilmesi dedesinin ustaca taktikleri ve kararlı tekinsizlik kovuculuğu sayesinde gerçekleşebilmişti. Diğerlerine kalsa uğursuz buldukları bu alana kilit vurup kullanımdan çekerlerdi.Yaşlı asker zekice manevralarla evdeki yaşamı normale çevirmiş ve hiçbir işe yaramayacak ağlama dövünme, yılgınlık seanslarını engellemişti.
     Ressam burada bir çözüm önerisi, belanın siyamlı ikiz kardeşinin fısıltılarının ekolandığını düşünmekteydi. Şu anda tek başına evde durabilmesinin tek kaynağı bu inancıydı. Cansız bedeni şurada sarkan taklit ustası komedyen ruhlu babanın hayalini korkutucu, panik verici ve hata üstüne hata yaptırıcı eylemlere dönüştürtmeyen bir güç işbaşındaydı.
     Meşum belayla birlikte karşıtı da işbaşındaydı. İşbaşındalık iki Süleyman’ın, dedesinin ve kendi iradesinin çabalarının sonucunda mevcudiyet kazanmıştı. Salt bir düşünce, bir inanç büklümü falan değildi. Gıdım gıdım imal edilmiş ve zorlukla harekete geçirilmiş bir mekanizmaydı daha çok. Belanın boşluklarını dolduran, ona karşı bir uzay parçası şişiren, kaplayan ve kapsayan bir oluştu. İliklerine kadar böyle hissetmekteydi.
     Bir eşek, boş bir tuval ve boyalarını kaparak aşağı gideceği sırada durakladı. Bir şey dikkatini çekmişti. Bitmiş resimlerin durduğu bölmede bir başkalık mı vardı? Daha dün öğle üzeri etrafı iyice derleyip toplamıştı. Yaklaşan hesaplaşma anı nedeniyle sinirleri gergin olduğundan çalışamayınca ortalığı düzenlemekle oyalanmıştı.
Elindekileri yere bıraktı. Kibritle tahta sütuna takılı gaz lambasını yaktı. Her zaman en önde duran kelebek tablosu, en yeni resimlerinden peştamallı çocuk tablosunun arkasında duruyordu. Bu değişiklik onun işi değildi. Tabloları sırasıyla gözden geçirmeye başladı. Otuz sekiz tablonun içinde iki küçük sırcık yatmaktaydı.
     Uzun bacaklı zenci kadının üzerinde yüzükleri, bilezikleri ve topuklu ayakkabıları hariç hiçbir şey yoktu. Geçen ekimde Champ Elysees tiyatrosunda Josephine Baker’ı seyredince kadının bir nü resmini yapmaya karar vermişti. Küçücük sutyeni ve neredeyse beli hizasındaki kısacık fırfırlı eteğiyle şimdi olduğundan daha seksiydi. Çıplanınca utangaç bir genç kadın çıkmıştı ortaya. Josephine’nin ardında bir başka nü durmaktaydı. Marie. Aylarca önce başlayıp yarım bıraktığı iki tabloyu son haftanın gerilimli bekleyiş atmosferinde bitirmişti. Kendini sanatına vermek iyi gelmiş ve her dakika bu günü düşünerek endişelenen yanını iyice susturmuştu.
     Bu arada tavan arasına hemen hemen hiç ayak basmayan karısı nüleri dün keşfetmiş ve bunu belli eden bir işaret bırakmıştı. Son kez Paris’te Josephine’i seyrettiğini biliyordu. 150 franga aldığı imzalı fotoğrafı da göstermişti. Gençlik aşkı Marie’yle bir kafede rastlantıyla karşılaştıklarını da anlatmıştı. Karısından bir şey gizlemezdi. Kerime’yi her şeyden çok sevmekteydi hâlâ.
     Yaşamında o zenci kadın gibi dans eden birini görmemişti. Teninin her santimetre karesi buram buram kadınlık, sonsuzluk rahiyası kokmaktaydı. Marie bir zamanlar deli gibi aşık olduğu bir kadındı. Yıllar sonra gözüne alelade biri gibi görünmesinden hayal kırıklığına uğramış ve istemeden kadına biraz belli etmişti. Seksi dansçıyla, heyecan gazı tamamen kaçmış ilk aşkını giysilerinden sıyırarak soyutlamıştı. Biri masum bir kadıncığa, diğeri femme fatale’e dönüşmüştü.
     Kerime eylemindeki eğilimi hemencecik sezmiş olmalıydı. Kocasının huyunu suyunu bir saat cebi gibi iyi tanırdı. Marie’nin silik hatlı yüzünün altında kendi vücudunun yer aldığını fark etmesi için saniyeler yeterliydi.
     Sayısız defalar aklından geçmesine rağmen karısından bir kez bile çıplak poz vermesini isteyememişti. Her şeyi rahatça konuşan nadir çiftlerdendiler, ama bu konunun kapısı hep örtülü kalmıştı. Çeşitli nedenleri vardı. Kıskanma örneğin. Yapacağı tabloyu bir başkasının görmesi söz konusu değildi. Birine satacak ya da bir galeride sergileyecek falan değildi. Yapar ve saklardı. Birlikte imha da edebilirlerdi harlı bir sevişmenin ardından.
     Karısı İstanbul’da Amerikan kolejini bitirmiş modern bir kadındı. Zevkle poz vereceğini tahmin etmekteydi. Gene de soramamıştı bir türlü. Reddederse aralarına soğukluk girer diye korkmuştu. Akademide çıplak modellerle çalışırken fark ettiği bir şey yüzünden de belki.
     Çıplaklık kafanın içinde doğallık düşüncesiyle besleniyorsa onun sanatına esin kaynağı olabiliyordu ancak. Bazı modelleri daha başarılı çizebilmesi bunla da ilgiliydi herhalde. Kerime’nin beyninde bu doğallık yoktu henüz.
     Ahrette yaptığınız resimlere nasıl can vereceğinizi de öğrendin mi bari?
     Boyacılara da diploma veriyorlar demek artık.
     Kızı serbest bırakırsan ya zurnacıya gider, ya da boyacıya.
     Üstelik sürrealizmciymiş azizim.
     Neci, neci?
     Hukuk öğrenimi için gittiği Paris’ten boyacı diplomalı bir ressam olarak geri geldiğinde sırrını bilen dedesi sayesinde babasının ve diğer aile büyüklerinin tepkisi hafif olmuştu.
     Mali durumlarının yerin deliği nedeniyle Kerime’nin varlıklı ailesi araya takoz koyamamıştı. İmalar, alaylar gırlaydı yalnız. O kadar çatlak su kaçırmazdı haliyle.
     15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesiyle başlayan üç yıllık eziyet, kahır ve ölümcül gelişmelerden hep dedesinin maharetli taktikleri sayesinde kurtulduklarını düşündü. O olmasa kehanete falan sıra kalmadan Kılaronopulesler hayat oyunundan silinir giderlerdi. İşgal sırasında sayısız tehlikeler atlatmışlardı.
     Şimdi verdikleri bir başka kurtuluş mücadelesiydi. Ergun’u ve Sümer’i makûs geleceklerinden sıyırmak için bir yol bulması gerekmekteydi.
     Kerime iki gün önce olan bitenleri duyunca çocukları ve yarı yatalak anneanneyi bakıcılarla yazlıkta bırakıp yanında kalmak istemişti. Kadını bundan vazgeçirebilmek için kader adlı bir tablodaki annesiz babasız çocuk suratlarından bahsetmesi gerekmişti.
     Bu geceyi atlatır atlatmaz, yatakta nefeslerinin düzelmesini beklerken, karısına kehanet cinini nasıl ustalıkla bir şişeye tıkıp mantarını sıkıca kapattığını anlatan adam resminin renkleri iyice solgundu.
     Hiçbir şey bilmeden geçirdiği 20 yıl için dedesine ne kadar teşekkür etse azdı. Kerime’yle Milli Kütüphane sinemasında oynatılan Operadaki Hayalet filmini seyretmişlerdi. Kordon’dan yürüyerek eve dönerken bir resim fikri patlamıştı aklında.           Hâlâ birbirlerine aşık karı koca filmden bahsederek yürüyorlar. Mekân Kordon’du haliyle. Arkalarından bahsettikleri filmden fışkırmış kara pelerinli bir adam yürümekteydi. Sevgililerin başlarının üstünde uçuşan bir aşk meleği küçük trompetiyle bu hayaleti ürkütüp kaçırtmakla meşguldü.
     Dedesinden kehaneti duyunca bu fikir sıvışıp gitmişti aklından. Yıllardır hissetme sınırının biraz altında bir titreşimle çalışan dev bir makinenin göbeğinde yaşadığı gerçeğine toslamıştı. Ruh sarsıntısı müthişti.
     Çatı katındaki iki lambayı da söndürüp merdivenlerden inmeye başladı. Çalışma odasının kapısı aralık durmaktaydı. Dedesi yedi hafta önce ölünce odanın möblesinde ve donatımında hiçbir şey değiştirmeden kendi bürosu yapmıştı. Odadaki pipo dumanı kokusu yeniden keskinleşmişti. Büronun sahibi ölünce sigarayı bırakıp pipo içmeye başlamıştı çünkü.
     Elindekileri bırakıp odaya girdi. Karısı için hazırladığı mektupta tek bir cümle yazılıydı. Mutlaka döneceğim sana. Masanın üzerinde duruyordu. Nü’leri gördükten sonra bunu belli ederek bıraktığı Ne yap, et, bir yol çiz ve bana geri gel hayatım. mesajının karşılığıydı bu.
     İçinden söz söz diye haykırarak holdeki malzemeleri yüklendi ve merdivenleri inmeye başladı.
     Hayrola evlat?
     Korku ve huzurun kol kola bir resmini yapmaya gidiyorum.
     Yakışır sana.
     Sağ ol dedecim.
     Sen de sağ ol evlat.
     Daha iki gece önce canciğer dostları Refik ve İzak’la oturup gecenin geç saatlerine kadar sohbet etmişlerdi.
     Bence İsviçre’den medeni kanun iktibas edileceğine Mecelle bir alimler kurulu tarafından yeni zamana uydurulsa daha iyi olurdu.
     Bunu yapabilmek için en az yirmi yıl lazım resimbazcım.
     Yok canım o kadar da değil. On yıl. Hatta daha az zaman bile yeter. Bilmem anlatabildim mi?
     Cihan kaynıyor. Acelemiz var. Gazi Paşa haklı.
     Kaynasın dursun bırak. Bardağın dibine bak.
     İyice kafayı buldun Refik. Sana rakı yok artık.
     Rakı yoksa ben de yokum. Bilmem açık sarih iyice izah edebildim mi?
     Sanki aradan haftalar hatta aylar geçmişti. Taze cumhuriyetin inşasında oynayacağı rol iptal edilmişti. Gelecek hayallerine isle karartılmış şişe dibinden gözlükler takan el tarafından. Bu öğle üzeri çocuklarıyla kör ebe oynarlarken bir daha onları asla göremeyeceğim fiyonklu korkuyu soluyup durmuştu. Gece karısının kadife teninden yayılan belki bu en sonuncu sevgilim marka parfümün kalp acıtan keskinliğini hâlâ hissedebilmekteydi. An yaklaştıkça kuşatılan normal yaşam atmosferi incelmeye ve uzaklaşmaya başlamıştı.
     Hisleri sevgi yaprağıyla sarmalanmış özenti içli dolma gibiydi. Arkadaşlarının şu anda huzur içinde uyuduklarını düşündü. Evleri ne kadar yakındı cehennemin en derin kuyusuna açılan kapağa.
     İlk kez kehanetin son durağını düşündü. Bu basamağa varıldığında ne olacaktı? Cihan çapında bir felaket mi? Savaşların yıkımını aratmayacak bir bela mı arzı endam edecekti. 1800 yılından beri ölenler sayılırsa kendisi yedinci adaydı. 7 son aşama olabilir miydi?
Bodrumun basamaklarını hayalde gibi indi. Lambaların hâlâ yanıyor olmasını hayra yoran yanı kıpır kıpırdı. Sehpasını yerleştirdi. Şimdi ne olacaksa olacaktı. Bela geldiğinde onu kehanetin resmini yaparken bulmalıydı. Resim hayatındaki en büyük tutkuydu. Bu nedenle karınca duasından ya da tabancadan daha etkin bir korku soğurucu silahtı.
     Ateşli bir çalışmayla her şeyi unutuverdi. Resim şekillenmeye başlayınca tuvalin üzerinde beliren üsluba şaşırarak baktı. Çok ustaca renklendirilmiş büyük bir fotoğrafı andırmaktaydı biraz. Diz çökmüş durumda bir adam yerdeki parlak bir nesneye bakıyordu. Gözleri hayranlıkla parlayan şahsın sağ eli parlak yüzeye dokunmaktaydı.
     Pembe gül desenli taşlara kazandırdığı canlılık gözlerini kamaştırmıştı. Daha önce de modeline tıpa tıp benzeyen bir sürü resim yapmıştı. Yalnız bu hepsinden farklıydı. Sanatının eriştiği beklenmedik doruk nedeniyle sevinçten delirmesini engelleyen bir başkalıktı bu. Adamın hem sırtını, hem yüzünü, bodrum zeminini ve yan duvarları ve hatta... Tavanı, ama bu... Bu nasıl mümkün olabilirdi?
     Zemindeki eşsiz parlaklıktaki soru-cevap taşına dokunan resimbazın tablosu.
     “Soru-cevap taşı mı?”
     Yolda.
     “Kim?”
     Raylar titriyor. Kallavi cevap şimendiferi istasyona varmak üzere.
     “Bir dakika, ama... soru neydi ki?”
     İşte geldi. Vay canına müthiş bir şey. Yalnız dostum seni uyarıyorum.
     “Ne için?”
     Nasıl alışmamış götte don durmazsa, varlık da suret takınamaz. Mis gibi yapar.                Kendin bak da gör.
     “Hani nerede?”
     Maskesi şimdi düşer yüzünden.
     “Niye bu... Bu olamaz. Akıl havsala almaz. Bu...”
     Seni kutlarım dostum. Ayak kestin sonunda.
     Süleman Kılaranopules böyle bir sonun hayal edilemezliğinin korkusunu iyice uyuşturduğunun şöyle böyle farkındaydı. Huşu hışırdıyordu her azası. Parlak taşa elleyen genç adama baktı. Yüzü mutluluk ışıyordu şimdi. İstese ona dokunabileceğini biliyordu artık. Bunu yapmaya henüz cesareti yoktu. İnsanın güdük algılarıyla daralttıkları bakış çemberini aşmıştı. Bu durumdan bir çıkış ihtimali yoktu. Seziyordu. Başını hiç kımıldatmadan bodrumun her noktasını eşzamanlı izlerken bodrum merdiveninde beş yaşlarında bir kız çocuğu belirdi.
     Sitare’ydi. Kız ona doğru koşarken iradesi çocuğun parlak taşa dokunmasını engellemek için harekete geçti. Sandığından çok, ama çok yavaştı. Çocuk babasının en yeni halini görünce duraklamıştı zaten. Korku ve hayretle açılmış iri gözlerine ne yapacağını bilmez bir şekilde bakarken merdivenlerde donmuş duran Kerime’yi fark etti.      Kızının işaret ettiği yere bakan genç kadının yüzü kireç gibi bembeyaz kesilmişti.
     “Babam. Babam resmin içinde.”
   
 

Sadık Yemni


2001 H@vuz Bilgi Bankası - 2005 Havuz Dergisi

design by tema-solutions