ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 

Azerbaycan’dan Bir Öykücü: Anar  


Azerbaycanlı tanınmış öykücü Anar’ın seçme öyküleri geçtiğimiz aylarda ‘Anar’dan Seçme Öyküler’ adıyla Kül Yayınevi’nden çıktı. 1938 doğumlu olan Anar, öykülerinde, halk deyişlerine yaslanan kıvrak diliyle bir meddah akıcılığında, Sovyet dönemi Azerbaycan'ından kesitler sunuyor.  

Kitap, 11 öyküden oluşuyor. Birinci öykünün başlığı, ‘Dante’nin Jübilesi’. Bu uzun öykü, belki de bu seçkideki en zayıf öykü. Altmış yıl sahne tozu yutmuş ‘başarısız’ bir oyuncuyu betimleyen öyküde, kimsenin değer vermediği, yazarın kendi sözüyle “ölse, kimseye kayıp vermemiş olacak” bir oyuncu, Feyzullah Kebirlinski çevresinde, insanın değeri/ değersizliği türü düşünceler işleniyor. Kebirlinski, imam olmasını isteyen imam babasının sözünü dinlemeyip gönlünü tiyatroya kaptırmıştır. Altmış yıl sahne tozu yutmuştur ama şimdi bir tiyatro bileti bile verilmemektedir kendisine…  

‘Ben, Sen, O ve Telefon’ adlı ikinci öykü, gerçekte, bir tür benlik yarılmasını işler: Tüm arkadaşları evlenmiş bir genç adam, kendisine bir eş bulmak için, rasgele bir numara çevirir ve böylece bir kadınla tanışır. Bir süre sonra, genç adam, kadının çalıştığı işyerinde müdür olur; ancak, kadın, bu durumu bilmemektedir. Adam bunu fark eder ve bu benlik yarılması, öykünün bitişinde, telefondaki benlikle gerçek benlik arasında bütünleşme sağlanmasıyla son bulur. Otuz yılı aşkın bir süre önce yazılmış olan öykü, günümüzdeki sanal aşkların bir ön habercisi olarak da okunabilir. Son derece kıvrak ilerleyen karşılıklı konuşmalara karşın, ne yazık ki Anar, bu öyküdeki yansıyapısal (psikolojik) boyutu ıskalamış görünüyor. Durumu benlik yarılması olarak saptayıp kurguyu ona göre çatsaydı, betimlemelerinde içebakışsal bir derinlikle karşılaşacaktık. Yine de, bu eksikliğin ötesinde, kaleminin kıvraklığına övgüler düzmemek olmaz. Bir fikir vermesi açısından, işte öykünün girişi:  

“Dün senin telefonun öldü. Yalnız insanlar ölmez ki… Telefon numaraları da ölür. Ömrün boyunca pek çok rakamı unutacaksın: Pasaportunun numarasını, en son çalıştığın işten aldığın maaşı, dostunun arabasının plaka numarasını, ay ile dünya arasındaki mesafeyi, yaşadığın şehrin nüfusunu. Başka rakamları da. Hepsini, hepsini unutacaksın. Sadece bu rakamdan başka. Bu beş rakam, üstelik bu meşakkatli hayatta senin için en aziz hediyeydi. Beş rakam, onun sesi ve telefon ahizesinden gelen menekşe kokusu.  

Bazen ben siyah telefonun ahizesini öyle kaldırıyorum ki, sanki piyanonun kapağını açar gibi. Bazen bu siyah telefonu öyle kapatıyorum ki, sanki tabutun kapağını kapatır gibi.” (s. 79)  

‘Taksi ve Vakit’ başlığını taşıyan üçüncü öykü, orta yaşlı baş kişiliğin gözüyle, gençliğe özlem ve istendiği/ beklendiği gibi yaşanmamış gençlik aşklarından duyulan pişmanlıkla yoğruluyor.  

Dördüncü öykü ‘İyi Padişahın Masalı’nda ise, siyasal taşlama bakışı egemen. Padişahın yasakları ve dedesinin yasakladığı ayna ve vezirlerin yükseltilmek için ettikleri yarı-kurnaz sözler, bu öyküye bir başyapıt niteliği kazandırıyor. Padişah neleri mi yasaklıyor: Bir ara, düş görmeyi; bir ara, uyumayı, ölmeyi; şiirsiz, uyaksız konuşmayı ve diğer birçok temel insan etkinliğini. Hepsinde çeşitli gerekçeleri var ama tümünün bağlandığı ana neden, halkını daha mutlu edebilmek… İyi niyetle gelen kötülük katarı… Sonunda, vezirin karısının, padişahın dedesinin harabe sarayında bulduğu ayna parçası, ömürlerinde hiç ayna görmemiş padişahı ve vezirini halden hale sokuyor. Anar’ın öyküsü, özeleştiri nedir bilmeyen toplumlara ya da kendi sözlerini özeleştiri olarak değerlendirme bilincine erişmemiş toplumlara yöneltilmiş bir kara mizah olarak da elbette okunabilir.  

‘Sevgililer Gününe Özlem’ adlı kısa öykü, oldukça yalın ve zayıf: Sık sık kullanılan “O davranışın anlamı o değilmiş, ben yanlış yorumlamışım” izliği işleniyor. Kişi, bu tümceyi kurana dek, iş işten çoktan geçmiş olur hep…  

Altıncı öykü ‘Geçen Yılın Son Gecesi’ geleneksel bir yılbaşı öyküsü. Ancak, Hamide Hanım’ın düşünceleri ve beyazcamdaki yılbaşı sunucusuyla kendince söyleşmesi, bırakalım öykücülüğü, yaşam adına ilginç buluşlar ve öneriler içeriyor.  

‘Sayıların Macerası’ adlı öykü, sayıların birleşmesi ve ayrışmasıyla ilgili, bir matematik öğretmeninin dört işlemi ilköğretim öğrencilerine sevdirmek için yazabileceği türden bir öykü. Bir çocuk öyküsü izlenimi veriyor. Öte yandan, Samet Behrengi’nin öyküleri gibi, toplumsal bir iletisi de bulunmakta.  

Sekizinci öykü ‘Bozbaş Ziyafeti’, Azerbaycanlılar’ın sevdiği geleneksel bir et yemeği olan bozbaş yemeği çevresinde, sanat eleştirmenlerine yönelik bir taşlama. İki yazar, bozbaş yerken ve birinci yazarın ‘El Eli, El de Yüzü Yıkar’ adlı romanı üstüne söyleşirken, yemeği yapmış olan yazar eşi, sürekli odaya gelip konuşmaları bölüyor, “yemek nasıl olmuş”, “tuzlu mu olmuş?” türü sorularla yazar söyleşmesini bombardımana tutuyor. Bir süre sonra, bir toplantıda romana ilişkin olarak konuşma yapması beklenen ikinci yazar, bir anda, kitabı okumadığını fark ediyor. Ama iş işten geçmiştir: Konuşmasını, romanın hiç içeriğine girmeden, yazarın eşine verdiği yanıtlarla toparlıyor. Gerçekte, burada yaptığı, gündelik konuşmalarımızın altındaki geleneksel ötegönderimlerin (metafor) bilinçli bir biçimde kullanılışı. Bu konuda çığır açmış çalışmalarıyla tanınan bilişsel bilimci George Lakoff’a yakışır bir biçimde, ikinci yazar, konuşmasında, ‘bir yemek (bozbaş) olarak roman’ ötegönderimine dayanıyor:  

“İyi pişmiş bir eserdir. Evet, evet, çiğ değil, iyi pişmiştir. (…) Burada biz tatsız tutsuz şeylere rastlamıyoruz. Eser çok enfestir, lezizdir, evet, evet tuzsuz değil, tatlıdır. (…) Başka arkadaşların bazı eserlerinde olduğu gibi burada su fazla değil, hayır, hayır, aksine suyu azdır. (…) Genel olarak eser, taze, hoş kokulu, tatlı, lezzetlidir ve iyi hazmediliyor. (…)” (s. 178) 

            Dokuzuncu öykü ‘Bir Bardak Su’da, Aziz Nesin’in Zübükü’ne benzer bir Sucu Cafer tiplemesi çiziliyor. Sucu Cafer’de Anar, boş konuşan siyasetçileri taş yağmuruna tutuyor.  

            ‘Güzellerim’ adlı onuncu öyküde, öyküsünü yayınlatamamış bir adamın başından geçenler üzerinden, yine sanat eleştirmenlerini yerin dibine batırıyor. Düzeltmenleri yerden yere vuruyor: Birinin düzelttiğini öteki siliyor; ötekinin sildirdiğini bir diğeri geri istiyor. Derginin baş düzeltmeninin “Ya Yeni Zelanda ne olacak?” diye bir eleştirisi (!) var ki, insanın kendini koyuvermemesi olanaksız. Burada her şeyi aktarmayıp meraklı okuru kitaba yönlendirelim.  

            Son öykü, ‘Vestiyerde Çalışan Kadının Anlattıkları’, vestiyerde çalışan bir kadının ağzıyla, buğulu duyarlılığın ardından gidiyor.  

            Öykücülüğe meraklıysanız, bu kitabın mutlaka kütüphanenizde bulunması gerekir. Öykücülüğe ilgi duymuyorsanız; işte o gün geldi; Anar’ın öyküleri, sinema çağında görsel etkilere kurban ettiğimiz sözel anlatım olanaklarını sevdirmek için birebir. O zaman, bu noktada aradan çekiliyoruz.                                                                                       

İlgilisine Kaynak:

Lakoff, G. ve Johnson, M. (1980). Metaphors we live by. Şikago ve Londra: The University of Chicago Press.

   
 

Ulaş Başar Gezgin


2001 H@vuz Bilgi Bankası - 2005 Havuz Dergisi

design by tema-solutions