ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 

Kadın ve Adamı


- Ben bu taştan katı, bu yürek benim değil...

Kadın tüm yaşamını bu erkekle geçireceği için kendine acıyordu. Dış dünyadaki güzelliklerin yeterince farkına varamamış, yitirdiklerini ise biliyordu. Sevmek ve sevilmek yetmiyor, ölçüt zamanla değişiyordu. İnsan nasıl aynı kalamıyorsa, sevmek ve sevilmek de öyleydi. Geldiği noktada değişmeyen, evlendiğine pişman olmayan insan var mı diye düşünüyordu. Düşünceleri kafasında sık değiştikçe, düşünmek ona giyilen ve çıkarılan bir giynek gibi geliyordu.

- Evlilik, başkalarından vazgeçmek!

Dilinden, dininden, ırkından, düşüncelerinden, kitaplarından, okuduklarından, yazdıklarından vazgeçmek olarak görüyordu. Yitirmek, kaybetmek, yok saymak...
Elinde kalanlarla yetinmek. Elinde az şey kalmak. Yetmemek...

- Kendinden vazgeçmek... diyordu.

Severek evlendiği adamdan örselenmişti, yatağa hapsolmuş ilişkinin dışında adamından hiçbir şey alamıyordu. Seksten sonra sırtını dönen kocasının bencilliğinden sarsılıyor, durmadan sarsılıyordu. Her geçen gün çatırdayan evlilikleri ruhunda yıkılıyordu.

- Dün mutlu olan bendim, bugün mutsuz olan da...

Gece içinden daha karanlık ve yalnızdı. Kendini küçümsediği yatak karşısında duruyor, oraya tekrar dönmek istemiyordu. O yataktaki adama sarılırken zorlanıyor, seviştiği anlarda bile sevişmediğini biliyordu. Adamın sonu gelmez arzuları tenine şaklayan kırbaçtan farklı olarak ruhunu yaralıyordu.

- Aşk sevmek ise, sevmek inanmaktır.

Duygularını söyleyemiyor, incitmekten korkuyordu. Kendisinden emin değil ya da bir mucize olmasını bekliyordu. Evet, evet o mucizenin bir gün gerçekleşeceğine inanıyor, sabırlı olması gerektiğini telkin ediyordu.

-Acaba inançlarımız ne kadar beklediklerimizdir? Eğlenceli bir öyküde payımıza düşen roller midir yaşam? Yatak gölgesinde kalabilen aşk oyunları mıdır? Paylaşılamayan aşk nasıl bir oyundur?

Verdiği değerin karşılığını alamıyordu. Sevilmediğini hissediyor, görmezlikten gelemiyordu. Hayat acılarla doluydu. Değer verilmemek acıların en büyüğüydü. Yüceltilmesini beklediği halde gittikçe bencilleşen aykırı bir kişilikle çatışmak zorunda kalıyordu. Adamıyla her yatışından sonra yatağı çamura bulanmış gibi yıkanmak istiyordu. O’nu kaybetmekten de korkuyordu. Anlağı ikiye ayrılmış, farklı düşünüyordu.

- Tüm kaybettiklerim gibi bir gün o da albüm sayfalarında eski bir resim olarak mı kalacak? Kötü hayaller kurmaktan vazgeçmeliyim, ey kendimi yalnızlaştıran düşler üstenizden geleceğim...

Kim olduğunu bilmiyordu. Kim olduğunu arayan biriydi. Karşısına çıkan yıllarının erkeği inandığı Tanrıdan daha sevecen ve anlayışlıydı. Kim olduğunu biliyordu. Kim olduğunu aramıyordu. Kendisini hayran bırakacak değin deneyimli, bir yaz sıcağı değin yakıcıydı. Onu seviyordu. Ondan giderek vazgeçiyordu. Vaz mı geçiyordu?

-Bildiğim bir değeri bırakarak bilmediğim bir değerlinin peşine düşmekle acaba ne kadar doğru yapacağım? O’nun içindeki ben nasılım? Yayı fazla germeden sormalı mıyım?

Kafasında erkeğini suçladığı bir ihanetle yaşıyordu. Gördüğü, duyduğu, bildiği bir şey yoktu! Varlığını hissettiği bir ikinci ruh daha vardı içinde ve bu ruh sürekli ihanete uğradığını söylüyordu. Sırla kaplı bakış ve duruşlardan ihanet kokusu alıyordu. Aldatılmak, aldatılmak, aldatılmak...
Utanılan acılar olarak yüreğine çöküyordu. İşte bu duygulardan kendini erkeğine veremiyordu. Kapısı ve yatağı açık başka bir kadın. Onunla düzüşmelerini görmüş gibi inciniyordu. Bunu aşağılanmışlık olarak algılıyor, dayanamıyordu. Sabahları mutluluktan uçar gibi fırladığı yataktan artık kaleleri yıkılmış olarak kalkıyordu. Allah'ın günü bu rüya ile uğraşıyordu. Yoksa kendinden gerçekten utanıyor, kendini mi suçluyordu.

- Belki elimdeki bir hazinedir de kıymetini bilmiyorum. Düşüncelerim kuşkular ve kuruntulardan ibarettir. Dün hatırlanmaya değecek değin güzel, yarın aranmaya değmez mi olacak? Yarını dünü unutarak mı arayacağım?
Olmadığı zaman eksikliğini duyuyorum, olduğu zaman varlığı rahatsız ediyor.
Rahatsız mı ediyor?
Bilmiyorum!

Adamı evde yoktu. Bir kadeh içki doldurdu. Buz attı. Sonra ayna karşısına geçti. Zevk alırcasına çırılçıplak soyundu. Günahkâr bir soyunmanın günahsız bir rahibeye nasıl haz vereceğini duyumsamaya çalıştı. Rahibenin çırılçıplak vücudunu gören bir erkeği düşündü. O erkeğin yerine bir papazı koydu. O’nu bir ressama gizli model olarak çalışmaktan haz alan kadın olarak düşledi. Tanrının yazdığı günahları güncesine ekledi. Kendine dokunmak içinden geldi. Güzel memelerini avuçlarının içine aldı. Sıktı. Yaptığı şeylerden hoşlandığını hissetti. Çırılçıplak yatağa uzandı. Yatak soğuktu. Ürperdi. İşte bu yatak paylaşılan koca bir dünyaydı. O koca dünya heykel gibi parçalanmayı bekliyordu. Parçalamak hem kolay hem de zordu. Seçeceği yolu bulamıyordu. Doğru yolu bulmak istiyordu.

- Gerçekleri gördüğümü sanıyorum. Ya onun gerçekleri benimkilere baskın çıkarsa... Ayrıntılar üzerinde düşünmüyorum. Ya onun ayrıntıları benimkilerden daha zenginse... Beklentilerim büyüyor. Ya onun beklentilerine yanıt veremiyorsam... İçimde sessiz durmayan, benimle tatlı tatlı konuşan ve kışkırtan duygularla başa çıkamıyorum. Kendi sessizliğime dönmek istiyorum.

Karar vermek zordu. Ne karar vereceğini bilememek daha zor. İçinde kim ve ne vardı. Dışında kimi ve neyi arıyordu. Kendine ağlamak istiyordu. Kendine gülüyordu. Adamı iki günlüğüne başka bir kente gitmişti. Geldiğinde hoş geldin ödülü olarak vücudunu ona yine verecek miydi? Yok demesini henüz öğrenmemişti. Bir büyücü etkilenmesiyle gözlerine bakan adama yok diyecek cesareti kendinde hiç bulamamıştı. İstemeden yattıklarında ölü yüzünü görebiliyordu. O yüzde iki kişilik dünyanın payına düşmüş suçluluklar vardı. Mutluluktan uzak yüzü çok çabuk kızarıyordu.

- İnsan sevdiğine yok demeyi bilemiyor... Sevmek her zaman kendini erkeğe vermek için yetmiyor! Aşkla başlayan sevgi, sevgisizliğin de kol gezdiği bir nefrete mi dönüşüyor? O benim aşkımdı, o benim nefretim mi olacak?

O’nu mutlu edememenin mutsuzluğunu taşıyordu. Yıllardır tapındığı adamına mutluluk veremediğini düşünüyordu. Kendine mutluluğun ne olduğunu soruyor, nasıl mutlu olunur sorusuna değişik yanıtlar arıyordu. Yanıtını bulamadığı anlarda adamından kopmak için bahaneler arıyor, bunu yapamayınca da her zamanki gibi suçlamaları kendine yöneltiyor, kendini cezalandırıyordu. Adama ulaşamıyordu. Çünkü adam da ona ulaşamıyordu. İki ulaşamama çatışınca da ortaya sevgisizlik çıkıyordu. Bilinçaltında gerçekleşmeyi bekleyen rüyalara sahipleri ilgisiz kalıyorlardı. Ne kaçabilmek, ne yakalayabilmek, duygular ve düşleri geriye dönerek kendilerine çarpıyordu.

- İnsan kendini öldüremediği zaman sevdiğiyle birlikte ölmek istiyor. Çoğalamıyorsan yok ol! diye içimdeki sesler buyruk veriyor...

Ölmek duygusu artıyordu. Mutlu değilsen ölmelisin!
Ölmeyi bir oyun gibi düşünüyordu. Kendini öldürüyordu ama ölmüyordu. Konuşuyor, gülüyor, ağlıyor, acı çekiyordu. İşte o zaman mutlu olduğunu fark ediyordu. İçindeki şiddetten sarsıldıkça ruhsal dünyasında yaşadığı karmaşalardan zevk alıyordu. Bir anlamda kaybettiklerini kazanıyor, verdiklerini geri elde ediyordu. Adamını yıktıkça kendi benliğini buluyor, ona ulaşmasını engelleyen nedenleri tek tek ortadan kaldırıyordu. Yaşadığı alt üst oluşu mutlu bir oyunun birbirini tamamlayan öğeleri olarak görüyor, uzun zamandır aldırmazlık ettiği yaşama intikam alırcasına saldırdıkça saldırıyor, kendisinden başka hiçbir şeye tutunamayacağını düşünüyordu. Artık sadece kendine tutunuyor, kendiyle gurur duymayı biliyordu.

-Bende açamayan çiçekleri onda mı arıyorum? Bende olmayan bir ruhu başkasına dönüşmüş bir ruhta mı bulmak istiyorum? Bu yolda yürüyemeyen ben, onun yolumdan yürümesini mi bekliyorum?
Haksızlık mı ediyorum?
Doğru yanıt nedir bilemiyorum...

Adamı geldi. Bulanık bir rüya gibi gördükleri ve düşündüklerini ona anlatmaya karar verdi. Sesinin sakin ve etkileyici olmasına özen göstererek söze girdi:

-Ben bu taştan katı, bu yürek benim değil...


18 -19 Kasım 2004

   
 

Zeynel Çok


2001 H@vuz Bilgi Bankası - 2005 Havuz Dergisi

design by tema-solutions