Düş'e Kalka...

 
 


“Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülleri 2007” 

Birincilik, ikincilik ve üçüncülükle
ödüllendirilen öykülerin tümünü,
 Ağustos - Eylül dergimizde yayımlıyoruz.




"Hayat bir düş torbasıdır,
kime ne çıkacağı bilinmez."


Bir zamanlar, misafirlerimizin hiç eksik olmadığı, kapısının sürekli açık olduğu, Ermeni ustaların bazalt taşlardan yaptığı, içinde küçük fıskiyeli havuzu bulunan, incesazın eksik olmadığı, tek katlı geniş bahçeli evimiz yıkılmış, içi çöp yığınlarıyla dolmuş, bitli, bakımsız, uyuz köpeklerin cirit attığı taş ve toprak yığınına dönüşmüştü. Bu halini görünce kendimi boşlukta hissettim. Ayaklarım tutmaz oldu. Dolan gözlerimin imdadına karşı evden çıkan Şevko Dayı yetişmişti. Koşup elini öptüm, hal hatırdan sonra babamı sordum. Şevko Dayı, babamların buradan yaklaşık altı yedi yıl önce, üç mahalle öteye taşındığını, ama evlerini tam olarak bilmediğini, tahminen otuz altıncı sokağa taşındıklarını söylüyordu. Elini öpüp ayrılırken, çocuk kahkahaları, annemin “Seyfooo” diyen sesi, babamın akşam eve gelirken elindeki fıleyi bana uzatırken söylediği “kerata hâlâ sokakta mısın” sözü, fayton tekerleğinin bazalt taşlara değerken çıkardığı sesi arkamdan geliyordu. Uğultular bir hayalete, sisli bir siluete dönüp beni yakalamaya çalışıyor, ben parmak uçlarımda kaçıyordum. Şevko Dayı'nın karısı Meyro'nun büyüleri ayaklarıma dolanıyor, annemin büyüyü ‘bismillah’ bozar sözünü anımsıyor, onlarca kez ‘bismillah’ çekip ayrılıyorum sokağımızdan.

Çocukluğumun düş sarayı olan ve harabeye dönüşmüş evimizden, babamların taşındığı evi aramaya başlamadan önce, ayaklarım beni bir sokak ötede bulunan Canan'ların evine doğru götürdü. Onların bazalt taşlı bahçeli muhteşem evleri de yıkılmıştı, yerine derme çatma iki üç katlı, barakaya benzer sıvasız bir ev yapılmıştı. Kapıda oynayan çocuğa ‘kim oturuyor burada?’ diye sordum. ‘Biz’ dedi. Babasının adını sordum. ‘Hüsnü’ dedi. Peki, Kasap Mehmet Amcalar yok mu? ‘Yo öyle biri yok burada’ deyince migrenim azdı. Midemde bir ekşime başladı. Şimdi şu karşıdan annemin çıkıp bana doğru gelmesini, bana sarılmasını, ağlayarak heyecanlı, heyecanlı ‘oğul çarpıntım var biliyorsun, birden ne diye karşıma çıktın’ demesini ne çok isterdim. Ah n'olur, keşke o gece gelen askerlere kapıyı açmayıp, duvardan diğer bahçeye atlayıp kaçsaydım, ‘oğul atla git duvardan’ diyen annemi dinleseydim. Dinlemedim, dinlemedim işte.

12 Eylül'den önce bu sokaklar bizimdi. Arkadaşlarımızla bu sokaklarda volta atar, tüp, çay, şeker kuyruklarında mahalleli adına sabahlara kadar sırada beklerdik. Stokçulara, karaborsacılara göz açtırmaz, bakkala gaz yağı, şeker, tüp, çay geldi mi mahalleliye ihtiyacı kadar dağıtılması için mahalle komisyonlarıyla çalışmalar yapar, sokaklarda marşlar, şarkılar söyleyerek devrim hayalleriyle dolaşırdık.

Omzumdan aşağıya doğru sarkan çantam ile yoksulluğun, sessizliğin ve kimsesizliğin kokusunun sindiği sokaklarda dolanıyor, ama sürekli aynı meydana çıkıyordum. Otuz altıncı sokak yok, sanki yer yarılıp içine girmiş. Otuz üçüncü sokaktan sonra sokaklar karışıyor. Issızlığın ve çaresizliğin kol gezdiği sokaklara, boyası dökülmüş duvarlara, ucuz malzemelerden yapılmış evlere, boyasız paslı kapılara baka baka yürürken, meydanda top oynayan çocuklara takılıp giden gözlerim beni geçmişe götürüp çocukluğumdaki sokağa bıraktı.

Akşamın peltek karanlığı ıssız sokağımıza iner, sonra da evlerimize yavaşça çökerken kapıdan annem görünür, çocuklar arasından beni görünceye dek gözleriyle arar, görünce bir süre izler, sonra elini ağzına yaklaştırır, derin bir nefes alır ve bağırırdı; "Seyfoooo gel oğlum ağşam oldi, geçtir artıg." Annem çağırdı mı bende bir telaş, sesini duyar, duymazdım. İkinci seslenişte sesi biraz daha kızarak çıkardı. Son anlar daha kıymetli olur, "tamam geliyem" der topun peşinden kaçarak diğer kaleye gider, gol atamadan gelirdim.

Evimizin karşısında duran Sur'ların önüne taşlardan kalelerimizi yapar, topumuzu Sur'un o köşesinden bu köşesine dek sürükler, yerdeki tozun ensemizden aşağıya doğru ter ile karışarak, kirli siyah yapışkan bulamaca dönmesine aldırmadan, oynamaya devam ederdik. Annemin üçüncü kez bağırmasıyla artık gitme zamanımın geldiğini anlardım. Sokaktan geçen faytonlara el sallar, faytonun arkasına asılan çocuk varsa ‘yağlı kırbaç, yağlı kırbaç’ diye bağırarak eve girerdim. Evimizdeki radyodan Erivan'ın cızırtılı Kürtçe nağmeleri ‘eve hoş geldin’ diyordu.

Yemekten sonra babam kahveye giderdi. Sokağa saklambaç oynamaya çıkardım. En çabuk ben sobelenirdim. Hayat da beni erken yaşta sobeledi. Ne olduysa hep önce ben sobelendim, hep ben. Saklanmayışımdı belki de benim bu hayattaki kefaretim.

Sokaktan meydana doğru giderken ayağıma bir ağaç parçası takıldı. Eğilip elime aldım, nereye bıraksam diye düşünürken hafif bir esinti ile irkildim, sonbaharın eli kulağında "geliyorum, kışa hazırlanın" diyordu.

Çocukların oynarken kırıp döktüğü, terkedilmiş parkın içindeki kırık banka doğru gidip bir köşesine sığıntı gibi ilişiyorum. Ağaçların hışırtısı, koyu bir yalnızlık örtüsünü parkın üstüne serip ıssızlaştırıyor her köşeyi. Çocukların uğultusu peşimden gelip kulağıma asılıp kalıyor. Ağaçlar, rüzgâra dayanamayıp esniyor, birbirine sürtünüyor. Ellerimi montumun ceplerine sokuyor, büzülüyorum. Artık evi de aramak istemiyorum. On iki yıl önce bir sonbahar gecesi istemeden ayrıldığım bu sokaklar benim çocukluğumdaki sokaklar olmadığını anlıyorum.

Çocukluk anılarımı sokakların kuytuluklarında, saklandığım evlerin nemli karanlık köşelerinde, yıkılmış evlerin harabelerinde aradım, yoktular, ben yokken boynu bükük kalmaya razı olamayıp terk etmişlerdi buraları. Cezaevinde iken, çocukluk anılarım geceleri gelip koğuşun orta yerinde duruyor, geceler boyu boğazıma sarılıyorlardı. Oynamaya çağırıyorlardı. Gidemiyordum, birisi, görünmeyen, sadece nefesini hissettim iri yarı birisi, üstüme abanıp bırakmıyordu bir türlü. Dizlerinin altında tepiniyordum, hırlayıp tırnaklarımı yüzüne, boynuna geçirmeye çalışıyordum ama yetişemiyordum.

Gidemiyordum, çakılı kalmıştım bu ıssız parkta. Canan'la en çok bu parktaki ağaçlara çıkmayı özledim. Rüyamda ağaçlar var, ağaçların arasında uzanan uzun karanlık bir yol. Derinden bir ses “gel” diyor “gel bana.” Gitsem kaybolacağım. Dönmeyeceğim, biliyorum, ağaçlar “gitmesen de kaybolacaksın” diyor, tutup bırakmıyorlar beni. “Bence yarı yola kadar git, sonra geri dön” diyor bir ağaç, başka bir ağaç da “gitme, gidersen gelmezsin.” diyor. Razıyım gelmemeye ama gidemiyorum, ter içinde uyanıyorum her gece.

Annemin görüşe gelmeyişini geçiştiriyorlardı önceleri. Onun öldüğünü görüşe gelen babamdan kazara öğrendim. Akrabalarımızı, komşuları sormuştum “nasıllar diye?” Babam bir çırpı da “Oğlum, annen öldüğünden beridir evimizin kapısını kimse açmıyor” dedi. Sonra durup bana baktı, bende ona. Benden gizlediğine utandı, başını eğdi sustu. Hiçbir şey sormadım. Bende başımı eğip annemi, bahtsız annemi düşündüm. Bir keresinde evde biriken eski eşyaları elime tutuşturup “Bazara götür sat, sana palto ve ayakkabı alacam” demişti. Hiçbir şey satamadan, eski püskü kullanılmış eşyalar elimde kapıda belirmiş, başım önde kala kalmıştım. Gelip bana sarılmış, “oğluma ayakkabı da palto da alacağım meraklanma” demişti. Annemin hayali, buhurdanlıktan çıkan buğuya karışıp benden hızla uzaklaşmıştı. Babam konuşuyordu, ne dediğini anlamıyordum. Uğultu gibi geliyordu her şey. Başımı sallıyordum sadece. Hiçbir şey yapamamak, eli kolu bağlı olmak, duvarların gücüne teslim olmanın acısı tarifsiz bir şekilde boğazıma gelip yerleşiyordu. Nasıl, neden öldüğü önemli değildi. Her ölüme bir vesile bulunurdu nasılsa. Babam düzeltmeye, başka konulara geçmeye çalıştıysa da, içime gözyaşlarımı çoktan akıtmaya başlamıştım.

Annemin ölmesinin üzerinden altı ay kadar geçmişti. Gece, bağırıp çağırarak uyanmış, başıma vurmaya ve “anneee ne olur gitme” diye avaz avaz ağlamaya başlamıştım. Koğuştakilere ayıp olur diye sessizce yastığa gömdüğüm gözyaşlarım bıçak olup isyana gelmişlerdi. O geceden sonra sol yanıma derin bir sızı gelip yerleşti. O gün, bu gündür sol yanıma yattıkça, anne sözü geçtikçe sol göğsüm çok acıyor, çok.

Canan, annem babam ve kardeşim benim yanımda yoktu. Sadece karanlıktaki boşlukta gezinen isimleri vardı. Her gece karanlık, cezaevinin duvarlarını geçip pencereden sızıyor, koğuşuma giriyordu. Arkadaşlarım görüşe gelen yakınlarının söylediklerini anlatıyorlar da anlatıyorlardı. Gelen mektuplar okunuyor, mektup bitince içindekiler koğuştakilere anlatılıyor, ben yastığa gömüyordum başımı. Karanlık iyice çökünce konuşmalar azalıyordu. Cansız bedenlere dönüşüyordu koğuştakiler. Ekşimsi ter kokusu, çorap ve ayak kokusu bir anda yutuyor beni. Ben buhar olup yok oluyorum, kimse sormuyor, “neden gelmiyor görüşmecilerin diye,” bende söylemiyordum.

Canan, önceleri kavuşacağımız günleri yazardın. Daha doğrusu bize gidip kardeşime yazdırırdın. Okuma yazma bilmeyişine utanır başını eğerdin. Git gide azaldı mektupların. Ailem de görüşlere gelmez oldu. Hepiniz uzaklaştınız, beni yalnızlığa, duvarların rutubetli soğuk insafına terk ettiniz. Her gece gizlice rüyalarıma alırdım sizi, babama kardeşime anneme kızar, seninle sevişirdim.

Parkta ağaçların sonbahar rüzgârıyla salınışlarına takılıp gitmiştim. Son dört beş yıldır görüşe gelmemelerine, mektup yazmamalarına kızmıyordum ama sokağın bozulmasına, her şeyin soluk bir renge bürünmesine, anıların kaçıp gitmesine alınmıştım. Solgun yüzüm, zayıf hastalıklı bedenim, sürekli sulanan gözlerim, migrenim, ekşiyen midem bile bana yabancı. Nerden gelmiş bu insanlar. Metruk evlerde yoksulluklarını sessizce içlerine gömüyorlar, pencerelerine asılı eprimiş perdelerin arkasından sessizce seyrediyorlar dışarıyı. Densizce evleri gözlüyorum, kapıları, sokak aralarını. Hakir bakışlarla muhatap olmamak için göz kapaklarıyla yeri öpüyorlar. Şüpheyle süzüyorlar beni. Kapıdan çıkmaya cesaretleri yok.

Sevdiklerimiz yiterken bizden de bir parça alıp gidiyorlar, bizi de ortalık yerde bırakıp, ‘öl’ diyorlar. Asıl bizleri cezalandırmak içinmiş gidişleri, yoksa ölümleri bahane. Gidişleri, bizimde uzaklara yitişimizle eşdeğermiş, şimdi anladım.

Babamı, kardeşim Faysal'ı en çok da Canan'ı ne çok özledim. Faysal, Canan'a yazdığım ve bizim ev adresine gönderdiğim mektupları son zamanlarda ona veremedi mi acaba? Parkta kimsesiz, yalnız bir şekilde oturmak beni fersah fersah tüketiyor, eritiyor. Nerde tüp kuyruğunda sıralarını beklediğim insanlar, ilkeli bir yaşam uğruna yıllarını veren birine mahpus dönüşünde bunlar yapılır mı?

Evimizin -hâlâ kendi evim diyebiliyorum- adresini bulamıyorum, ama içimden kimseye sormak da gelmiyor. İstemeyerek de olsa ayağa kalktım. Hava kararıyor. Sokağın ilerisine doğru yürüdüm, karşıma çıkan ilk kişiye otuz altıncı sokağı sordum oda bilmiyormuş, muhtara sor dedi. Adam yüzüme bakmadan “Şu köşeden sonra sola dön muhtar ikinci dükkândadır” dedi. Tabi ya muhtar dedim içimden. Teşekkür edip ayrıldım.

Acaba muhtar değişmiş midir? diye meraklandım. Dükkânın önüne gidip içeriye baktım, soluk sarı ampulün altında gözünde gözlükleriyle gazete okuyan adam benim yıllar önce bırakıp gittiğim muhtar Ahmet'ten başkası değildi. Bir süre bekledim. Sonra yüzüme sahte bir gülümseme takıp kapıya yüklendim. Kapı gıcırdayarak açıldı, gözlerini gözlüğün üstünden kaydırarak bana baktı. Tanımamıştı. Bende bekleyip kendisine öylece baktım, sessizce bakıştık. Başını sağa sola sallayarak ne istiyorsun demeye getirdi. Demek ki konuşmaya bile takati yoktu, ağzından üç beş kelimeyi dahi benden esirgiyordu. Ben hâlâ gülümsüyor ellerimi nereye yerleştireceğimi bilmeden ayakta bekliyordum. ‘Ne var, ne istiyorsun’ sözcükleri öylesine iğreti bir şekilde ağzından çıktı. ‘Ben Seyfettin, tanımadınız mı?’ dedim. Durdu, tanıması gerektiğini anladı ama yine çıkaramadı, tepeden başlayarak ayaklarıma kadar süzdü. ‘Ya kusura bakma yaşlılık işte, hangi Seyfettin’ diye nazikçe sordu. Bunca yıldır yitirmediği tek şey nezaketiydi muhtarımızın. Seçimleri bunca yıl peş peşe kazanmasının nedeni insanlarla iyi ilişkiler kurmasıydı. Herkes severdi onu. Her derde koşar, yardımını esirgemezdi. Babalığı çok dokunduğundan beni tanıyamamasına üzülmüyordum. Ama yaşlılığa teslim olmasından dolayı üzülüyordum. Belki de babam, Faysal, Canan ve muhtar herkes beni unutmuş, hayatlarından çıkarmışlardı. Ben zorla hayatlarına yeniden girmeye çalışıyordum. Kimse beni tanımak istemiyordu. Evet, herkes beni unutmak için elbirliği yapmıştı. Her yerde iki üç katlı gecekondular. Eski tarihi bazalt taşlardan yapılmış o güzelim bahçeli evler yok olmuş, sokaklarındaki büyülü dostluklar, kapı önlerinde bekleyen insanlara ‘iyi akşamlar komşi’ diyenler yok olmuştu. Eskiden evlerden musiki sesleri gelirdi. Gülüşme sesleri, konuşan insanların, gülen bağıran çocuk sesleri gelirdi. Nerdesiniz şimdi. Şimdi evlerden şen şakrak sesler kesilmiş, uğultu halinde iç sızlatan mutsuz insanların fısıltıları geliyordu.

Muhtara daha fazla azap çektirmeyip ‘ben Kapalı çarşıdaki Fuat ustanın oğlu Seyfettin, cezaevindeydim yeni çıktım’ dedim. Muhtarın ‘haaa’ çekip yerinden kalkması ile bana doğru gelmesi ve sarılması bir oldu. Babamın ona az iyiliği dokunmamıştı. Bizi bilir severdi. Ben demiyorum çünkü ben kimseye bir iyilik yapmadım, yapamadım. Babamın deyişiyle “anarşist” oldum sadece. Ahme Dayı -biz ona Ahme Dayı diyorduk Amet'in sonundaki t'yi yutuyor, söylemiyorduk- nasılsın ne var ne yok.

‘Valla oğul ne olsun işte gördüğün gibi ölmeyip direniyoruz. Seni görünce tanıyamadım kusura bakma, bunca yıl sonra şaşırdım tabi.’

Rica ederim, seni iyi gördüm Ahme Dayı biraz saçların ağarmış o kadar, hâlâ bulmaca çözüyorsun.

‘Sağ olasın Seyfo’ -Bu arada bana herkes Seyfo der- Bizim evi ararken bir de ne göreyim, evlerin nerdeyse hepsi yıkılmış yerine kiremitten tuğladan evler yapılmış. Hangi kapıya baksam, keder, hangi sokağa baksam hüzün, mahallemizdeki insanlar nerde, bu yeni gelenler kim, neden terkedilmişlik kokuyor. Her yer bana yabancı. Zor attım kendimi buraya. Ya Ahme Dayı babamların yeni taşındığı evimizi aradım ama bulamadım. Eski komşumuz Şevko Dayı'yı gördüm babamların bir kaç sokak öteye, otuz altıncı sokağa taşındıklarını söyledi. Aradım bulamadım. Sanki yer yarıldı da içine girdi evimiz. Sahi Ahme Dayı, Otuz altıncı sokak ne tarafa düşüyor?

"Oğul emin misin Şevko Dayı'yı gördüğüne. Şevko Dayı öleli kaç yıl oldu. Hem bizim mahallede otuz altıncı sokak diye bir yer yok ki. En son otuz üçüncü sokak var. Sakın dalgınlığına gelmesin. Dur hele bir çay doldurayım sana, yeni demlemiştim qaçak çayı seversin sen."

"Nasıl olur gördüğüm kişi Şevko Dayı değil miydi yani?"

"Yok oğul yanılmışsındır. Başkasına benzetmişsindir."

"Ben ona Şevko Dayı deyince dönü baktı cevap verdi, elini öptüm. Babamları tanıyordu adreslerini verdi."

"Eminim başkasıdır. Başkasının adresini tarif etmiştir sana."

"Neler oluyor bana bilmiyorum Ahme Dayı ama hiç iyi değilim. Peki ne oldu babamlara, nerdeler nereye gittiler?"

"Senin babana üzüldüğüm kadar kimseye üzülmedim, hayatta her şey olur derlerdi de inanmazdım. Annen öldükten birkaç yıl sonra baban elden ayaktan kesildi. Baban Kapalı Çarşıdaki dükkânını kardeşin Faysal'ın zoruyla sattı. Elindekilerle bir yıl kadar idare etti, sonra da ortada kaldı, mahalledekiler onu yaşlılar yurduna götürüp yerleştirdiler. Çok geçmeden zaturyeden öldüğünü söylediler, belediye onu kimsesizler mezarlığına gömdü."

"Nasıl olur? Peki, kardeşim, ya kardeşim Faysal nerede? Paranın çoğunu alıp evlendi, İstanbul'a taşındı. Kiminle evlendi?"

"Kasap Mehmet'in kızı Canan'la."

"Dur oğul nereye gidiyorsun, çay doldurmuştum bekle..."

Muhtar Ahme Dayı'nın dükkânından koşar adım çıkıp sokakları serseri gibi dolaşıyorum. Faysal'ın Canan'la evlendiğine inanamıyordum. Bir zamanların Gâvur Mahallesine, Ermenilerin oturduğu mahalleye geldiğimde, köşede dini kasetler satan dükkândan, zikre giren insanların sesi yükseliyordu. “Heyyyaaaa, heyyy, heyyaaa heyyy.” Ses sokakta dolanıyor, Ermeni evlerin kapılarına dayanıyor, pencerelerden girip odalarına siniyordu. Dükkânlarda bulunanlar, gelip geçenler bu sese aldırış etmeden yürüyüp gidiyorlardı.

Melik Ahmet semtinde bulunan Dört Ayaklı minareye doğru bir ceset gibi yürüyorum.

Duvarlara çarpa, çarpa gidiyorum. Ayaklarım beni taşımıyor. Cezaevinden çıktığıma bin pişmanım. Nereye gideceğimi ne yapacağımı bilmiyorum. Bir el omzuma dokundu. Azrail'in olmasını ne çok isterdim. Zamanımın dolduğunu söylemesini, kucaklayıp yukarıya götürmesini, ‘tüm bunlar seni sınamak içindi’ demesini. Başımı istemeyerek de olsa çevirip baktım. Azrail değildi. Belki de Azrail sıradan bir insan kılığına girmişti. Bana gülümsüyordu. Azrail giderayak gülmediğim bu dünyada gülümseyerek beni uğurlamak istiyordu.

"Tanımadın mı beni Seyfoooo? Eee en yakın arkadaşın Metin'i unuttun demek ki."

"Metin sen misin?"

"Evet benim ya" dediğinde ona attım kendimi, sarılıp ağlamaya başladım. Bütün dünya bana sırtını dönmüşken Metin'e -Meto'ya- rastlamam bir mucizeydi. Bir kahveye gidip oturduk. Çay içtik, sigara uzattı alıp içtim. Başımı sigara dumanlarının esir aldığı, sararmış, boyası dökülmüş kahvenin duvarlarına dayadım. 

"Meto neler oluyor? Bu dünyaya ne olmuş, neden her yerde çaresizlik, ihanet, yoksulluk geziyor. Kardeşim Faysal Canan'la evlenmiş, babamın kapalı çarşıdaki dükkânını satıp, onu huzur evine atmış, babam bakımsızlıktan zaturye olup ölmüş. Şevko Dayı'yı gördüm elini öptüm, konuştuk. Sonra Ahme Dayı'ya gittim, Şevko Dayı'yı gördüğümü söyledim. 'Bana Şevko Dayı öldü, yanılıyorsun' dedi. Çıldıracağım. Bunların gerçek olmadığını söyle."

"Sakin ol Seyfooo. Cezaevinden yeni çıktın normaldir. Sen Ahme Dayı'yı nerde gördüğünü söyledin."

"Nerde olacak dükkânında, muhtarlıkta."

"Ya kusura bakma ama Ahme Dayı öleli beş altı yıl oldu. Dükkânı da boştur. Yanlışın olmasın Seyfo kardeşim."





Yalın Ses Yayınları
Mart 2007
Öykü
ISBN 975-9944-305-10-5


 

  
Muharrem Erbey