Kürkçü Dükkanı

                  


Tutuklular bahçede volta atarken içlerinden biri ana binanın dış havalan­dırma alanına açılan duvarının dibine çömelmiş, elindeki tahta parçasının sivri ucuyla toprağa yeni öykünün bir bölümünü yazıyordu. Oluşturduğu her tümceyi yalnızca kendisinin duyabileceği kadar bastırılmış sesiyle mırıl mırıl birkaç kez okuduktan sonra silip onun yerine yeni bir tümce yazıyor, bu kez de bu yeni tümceyi ezberlemek İçin yeterince yineliyordu. Ardından, öncekilerle son tüm­ceyi birleştirerek ezberlediği bölümü topluca okuyor ve daha sonraki tümceye geçiyordu. Güneş tanı karşısında olsa da, doğuyor mu, tepeden geçip gidecek mi, yoksa batıyor mu belli değildi; duvarlar yüksekti. Nöbetçi kulübesinin sus­kun ama kararlı duruşu, duvarların üzerine gömülü ince demir profillere tuttu­rulup yükseltilmiş sekiz sıra halindeki dikenli tel dizisinin yanı sıra tüfekli nö­betçinin tehdit eden varlığı, gökyüzünün genişleyen, sonsuzluğa uzanan kanık­sanmış varlığına bile kuşku duyuruyor, zamanı ve mekânı kendi koşullarına göre belirleyen halden anlamaz öğeler olup çıkıyordu. Yalnızca bilinç, İmgelem ve düşlem gücü özgürdü. Gövde, bu soyut özgürlüğün içinde eriyip yok olmuştu çoktan; sığınağı ise belleğin gizemli labirentleriydi. O karanlık geçitlerde gizle­yip gün ışığına çıkaracağı öyküleri duyarlı duvarlarına yazıp duruyordu. Savun­masını bellek üzerinden sürdürüyordu acılı gövde. Belleği engellemek, yaşamla arasındaki güçlü bağı çözmek olanaksızdı.

Dört köşede dört kule, dört tüfek, dört nöbetçi; herkes kendi kürkçü dükkânı­nın içinde dönenİp duruyordu. Bu görüntünün ve onun gerisindeki gerçeğin gö­rünmeyen yüzünün farkındaydı yazdıklarını ezberlemeye çalışan tutuklu. Böy­lelikle yaşamak zorunda olduğu görünür gerçeğin dışına çıkıp yeni bir gerçeklik kurabilmiş sayıyordu kendini. Bilincinin bütün ışıklarıyla yaşadığı dünyayı ay­dınlatmaya çalışmasına karşın, gün yüzüne ilk kez çıkıyormuşçasına heyecanlı, heyecanlı olduğunca da sevinçli ve mutluydu. Yazdıklarıla kendi özgür varlı­ğını da yeniden yaratıyordu. İkinci öyküyü bitirmek üzereydi. "Koku" adını ver­dikleri metni arkadaşlarıyla birlikte ezberlemişti. Şimdi sıra yeni öyküdeydi ama, daha "Koku"nun etkisinden kurtulamamıştı. Ne yazsa onu sürdüreçekmiş gibi bir sezginin, giderek korkunun içinde yeni öykünün açık penceresini bul­maya çalışıyordu.

"Kâğıt vermiyorlar ama belleğimi söküp alamazlar ya, sen ona bak!" diye ikide bir mırıldanıp kendi cılız sesinden güç alıyordu. Gülümsedi. "Sigara, zehir, afyon istese bulup getirenler olur ama kâğıt kalem kesinlikle yasak.1' Yere yazdı bunları; dört kez peş peşe okudu, ezberledi. "Baskına gelirlerse yazdıklarımı hemen silip yok edebilirim" düşüncesinin sıcaklığı sardı yüreğini. Düdük ölün­ceye kadar işini sürdürdü, içeriye girme zamanı geldiğinde ayağa kalkıp ellerini çırptı. Tabanlarını bastırıp ayaklarım toprağın üzerinde sürükleyerek sağa sola gitti geldi, ezberlediği son tümceyi de sildi böylece. Çalışmayı gece yoklamasından sonra koğuşta topluca sürdürürlerdi artık.

"Bugünkü bölümü kim ezberleyecek arkadaşlar?" , ;

"Ben!" deyip sol elini havaya kaldırdı on dokuzundaki kara kaşlı, kara gözlü, kara saçlı, kara bıyıklı genç adam. İnce bedenli, kavak dalı duruşlu Tahsin Çankara.

"Başlayalım öyleyse."

Başladılar.

"Sen Merzifonluydun değil mi Tahsin?"

"Evet Sinan Ağbi."

"Öyleyse, olay Merzifon'da geçiyormuş gibi başlatalım öyküyü."

"Tamam, Merzifon'dayız" dediler hep birlikte; gözlerini yumup özenle din­lemeye başladılar.

Kapıları foss diye bulanık bir ses çıkarıp kapandıktan sonra, Samsun - An­kara seferini yapan otobüs Merzifon molasını sona erdirip yola koyuldu. Hare­ketten birkaç dakika önce, en arkadaki beşli koltuğa gencecik bir kadınla yirmili yaşların sonunda olduğu anlaşılan bir adamı yeri eştirmişti sürücü yamağı. Bu arada, 42 numaralı koltukta oturan yolcu, kirpiklerinin arasından geçen karaltı­ları algılamış ama gözlerini açmadığından, yeni gelenlerin yüzlerini göreme­mişti. Yamak uzaklaşırken didişmeye başladıklarından, sesleriyle tanımaya başlamıştı onları.

"Çek elini bacağımdan Kenan!"

"Çekmiyorum! Karım değil misin? İstediğim yerine dokunurum!"

"Ayılar bile karılarına böyle yapmazlar Kenan! Çek diyorum! Bak şimdi ba­ğıracağını, rezil olacağız..."

Bir anlık duraklamanın ardından, karısının bağırabileceğini kestirmiş olma­lıydı ki ataklarından vazgeçip geri çekildi Kenan: "Peki peki, bıraktım." Solu­ğunu hışımla saldıktan sonra mırıldandı: "Ama bu yolculuğun eve dönüşü de var, unutma. Dönüp dolaşıp gideceğimiz yer, kürkçü dükkânıdır." Öfkeyle güldü. "O zaman istediğin kadar bağırırsın..."

İki dişinin arasından mırıldandı kadın: "Öyle san sen!"

"Dönmeyecek misin yani?" deyip yumruğunu indirdi kadının bacağına; adı Kenan'dı.

"Ah!" dedi kadın, İnledi bir kez daha. "Ah! Seni koca belledim öyle mi? Al­lah'ın belası!"

"Ağzını topla!"

"Toplamıyorum."

"Ben toplatmasını bilirim!" Bir yumruk daha İndirdi kadının böğrüne bu kez; adı hâlâ Kenan'dı.

"Bir daha vurma sakın... Başım çatlıyor Kenan, bu yaşta hastalık sahibi ettin beni, yapma... Çıldırtma beni. Şimdi bas bas bağıracağım, bu son uyarım sana, sakın bir daha vurma..."

otobüsün motoru, arka koltuğun gerisinden inişli çıkışlı homurtusunu salı­yordu ortalığa, ama kadının bastırılmış çığlığım tümüyle örtüp yok edemiyordu.42 numaralı koltuktaki yolcu, gözlerini hiç açmadıysa da tüm varlığıyla kulak kesilmiş, genç karı kocanın kavgasını dinliyordu. Arada bir yinelenen fren sesle­riyle kendini anımsatan otobüs sarsıldıkça, dışarıdaki gece de sallanıyordu yol­cular gibi; yıldızlar aşağı inip yukarı çıkıyor, sonra düzen yeniden sağlanınca herkes eski yerim alıyordu. On beş dakika kadar süren suskunluğun ardından, Merzifon'dan binen iki yolcunun kavgası yeniden başladı.

"Bırakmıyorsun ki azıcık dalayım... Günlerdir uykusuzum Kenan. Yapma, yapma artık, çek şu elini bacağımdan!"

"Uyuduğunu bilmiyordum."

"Uyuşanı da uyumasam da yapma bunu! Başım ağrıyor dedim sana, başım çatlıyor, anlaşana!"

"Ben başına dokunmuyorum ki... Biraz okşasam ölür müsün?"

"Ölürüm! Öldürdün beni Kenan, yok ettin, çürüttün her yanımı..."

"Seviyorum ben sem."

"Sevme, istemiyorum. Kasten böyle yapıyorsun. Uyutmuyorsun, dinlendir­miyorsun, iyileşmemi istemiyorsun. İyileşirsem kaçıp gideceğimi biliyorsun. Çek elini diyorum bacağımdan!"

"Sus bağırma, sus yoksa gebertirim!"

"Sen de bağırtma. Bak hâlâ yapıyorsun, çek şu elini!"

Kenan sesini olabildiğince kısıp karısına iki dişinin arasından gerçeği açık­ladı sonunda: "Karımsın, malımsın. İstediğimi yaparım!"

42 numaralı koltukta oturan yolcu, uyuyor numarası yapmıştı o ana kadar ama artık uyumadığını göstermesi gerekiyordu. Esneyerek uyandı, gerindi ve doğruldu koltukta, dik oturdu. Gerilmişti, sinirleri bozulmuştu. Kalkıp adamı pataklamak geçiyordu içinden, ama olmazdı. Hem yakışık almazdı, hem de gücü yoktu. Sanatoryumdan yeni çıkmış, baba ocağına dönüyordu. Çelimsiz, bitkin, yorgun ve dirençsizdi. Hayat gözünde büyüyordu. Yolunun üzerine bir ayı daha çıkmıştı işte, ama onunla boğuşacak isteği de yoktu. Dinlediği konuşmaların çağnşımıyla, tutuklanmasının ardından, küçücük oğullarının ölümüne dayana­mayıp intihar eden karışım düşünüyor, düşündükçe dişlerini sıkıp kendini zor tutuyordu. Hiçbir şey yapamasa bile sövüp saymak istiyordu şu adama ama buna yetecek gücü bile bulamıyordu kendinde.

Soluğunu bırakıp sustu anlatıcı. Yüzü karışmış, bakışları bulanmıştı.

"42 numaralı koltukta oturan adam sen misin yoksa Pablo?" dedi tutuklular­dan biri.

"Sus ulan, adam gibi dinlesene!" dedi Sinoplu Hayri. öfkelenmişti.

"Bırak konuşsun," dedi Pablo acıyla. "O adam benim," dedi sesini yükselte­rek. "Marmaris'teki baba evine gitmek üzere yola çıkmıştım. Yolculuk sırasında tanık oldum bu olaya. Sıkıldınızsa bırakayım, gerisim sonra anlatırım-"

"Sıkıldım!" dedi Sinoplu Hayri. "O ayıyı şimdi elime geçirsem, ümüğünü sı­kıp boğarım!"

"Dur dur, sakın ol," dedi Pablo.

"Devam et ağbî, ezberliyorum," dedi Merzifonlu Tahsin Çankara.

Pablo, kaldığı yerden Öyküsünü sürdürmeye niyetlenmişti ama bir an durakladı. "Mademki öyküyü yaşayan benîm, olduğu gibi anlatayım öyleyse bundan sonrasını, Yanı, benim ağzımdan..."

"Nasıl istersen ağbi," dedi Tahsin, "nasıl anlatırsan anlat, ezberlerim ben."

Pablo boğazını temizledi, gözlerini yumup belleğinin karanlık odasına ya­vaşça girdikten sonra iyice yoğunlaştı, olayı yemden yaşamaya başladı. Ve an­lattı.

Herif hayvanın biriydi, gözü dönmüş işkenceciden farksızdı. Otobüs yarı yoldaki mola yerinde durunca hemen indi, helaya koştu. Sıkışmıştı anlaşılan. Kadını o kadar ellerse sıkışır tabii it oğlu it! Gitmişken dönmeyiverse, unutsa kendini burada, kadıncağız kurtulsa şu ayıdan diyordum içimden ve bir yandan yine uyuma numarası yapıyordum. Uyuyanların dışında herkesin indiğini, oto­büsle beni izleyecek kimsenin kalmadığını anlayınca bir kez daha esneyerek uyandırdım kendimi, belli belirsiz gerinip gözlerimi ovuşturdum. El çantamı aç­tım, fermuarlı gözdeki ilaçların arasından seçip aldım birini. Başımı arka koltuğa doğru çevirdim ve elimdeki ilacı uzattım.

"Bunu size verebilirim, buyurun. Baş ağrısı için. Hemen bir tane için, iyi ge­lir, rahatlarsınız," dedim yumuşacık ve dostça. Ekledim: "Su getirebilirim size."

Çok genç bir kadın olduğunu sesinden anlamıştım daha önce; şimdi yüzünü eksiksiz görüyordum. Genç bir kadın değil, çocuktu bu. Belki de evlenebilmesi için mahkeme kararıyla yaşım büyütmüşlerdir diye düşündüm. Hüzünlü kara güzlerine, acısının, umutsuzluğunun içinden süzülen bir demet sabah ışığı düştü elimdeki ilacı uzattığım o kısa sürede. Gözlerindeki ışığı algılayınca, eski bir çağrışıma kapıldım, yıllar önce karşılaştığım bir ceylanın ışıklı bakışlarını anım­sadım.

Boynunu büktü, gözlerini kaçırdı. "Sağ olun," dedi ağlamaklı, "çok teşekkür ederim beyefendi." Başına baskıyla örttürüldüğünü anlamakta zorlanmadığım türbanını çözdü, dizlerinin Üzerine bıraktı; parlak kara saçlarını gösterdi böyle­likle bana; sonra yavaş devinimlerle başını yeniden bağlamaya girişirken mırıl­dandı: "İlaç alamam. Yüklüyüm. Bebek taşıyorum."

Gözlerim kırpmadan, içtenlikle, borçlulukla baktı birkaç saniye yüzüme, gözlerimin içme; ovadan hızla ilerledi, belleğime, bilincime, en sonunda yüre­ğime ulaştı; içime yerleşti. Havada kalan elimi geri çekip, yerinden yan yekin­miş durumdaki gövdemi umutsuzca bırakıverdin! koltuğa. Önüme dönmüş ol­dum böylece. İlacı el çantamdaki fermuarh göze koyunca ayağa kalktım. Aşa­ğıya inip derin derin solumak istiyordum; daralmıştım. Bir daha bakamadım ona; ceylan gözlü, ıslak bakışlı küçücük kadın orada öylece kaklı. Otobüs hare­ket etmek üzereyken yerime döndüğümde arka koltuğun boş olduğunu gördüm. Ceylan da, yanındaki ayı da ortalıkta yoktu.

Başımı çevirip, kararsız bir sesle, "Buradaki yolcular...' diyecek oldum; yamak sözümü ağzıma tıkadı. "Onlar indi ağbi, karşıdan gelecek otobüsle geri dönmeye karar verdiler, yenge hastalanmış..."

Yüreğim yerinden kopup ayaklarınım ucuna düştü sandım. İşkenceden çıktı­ğım zamanlarda yaşadığım, kendini duvardan duvara çarpan savruluşlan andıran bir yok oluş duygusuna kapıldım. Elim ayağım kesiliverdi, dünya anlamını yi-tirdi bir kez daha; pelteleşmiş bedenim ayakta duramıyordu, koltuğa yığılıp bîr süre öylece, kıpırtısız ve sessiz kaldım. İyi ki yanım boştu, kimse anlamadı du­rumumu. Başımı cama dayamışım. Güz gecesinin içinden geyikler, ceylanlar geçiyordu; ıslak kirpiklerimin arasından onlara bakıyordum.

 

  
 Burhan Günel