Düşleri de Vuruyorlar

                  

 
 

Yolcuyum yine. Gitmek yaraşır bana. Hiçbir yer, hiçbir şehir susturamadı içimdeki gitmek uğultusunu. Bu yüzden yıldızsız gecelerde yağmurları bekledim, yorgun akşamlarda uyuyakaldım. Kendime fazlaydım. Dünya dardı. Ve ay hiçbir anlam ifade etmiyordu bana. Allah’ım, neden yaşamak zor gelir bana böylesi anlarda. Çıldırmak derdim ya da çıkıp gitmek, ne olursa olsun. Sonra bu şehir dayanılır gibi değil hani. Kendime katlanamıyorum ki başkalarına tahammül edeyim. Kirpiklerimin ucunda asılı kalır gemiler. Ben, bir sürgünüm. Kendinden kaçmaya mahkûm edilmiş bir mücrim. Kimseler görmüyor bilmiyor bu gerçeği. Başkalarına sesimi duyurmak hevesinden vazgeçtim. Kendimden vazgeçtim. Senden ondan sonra ötekilerden, hepsinden...

Cabinet des Estampes. Paris’in perişan bir düşü… Ben peşine düştüğümde çoktan iş işten geçmişti. Kötümser bir nebula, berbat bir heyula idi dünya. Ben gördüm. Paris diye ölüyordum. Alenen uluyordum. Sonbahardı. Eylüldü. Ve cebimde Marguerite Duras’nın ince belli bir kitabı vardı. Hiroşima Sevgilim. Resimlerinde âşık olmuştum. Ve eski Mardin’i özlüyordum. Köpekler gibi maziye yaltaklanıyordum, anılara yalvarıyordum. Bir işaret. Kahrımdan ölüyordum. Paris ile Mardin arasında gidip geliyordum ve zaman geçtikçe eksiliyordum, kendimden taviz veriyordum. Biliyordum ve kaybetmek pahasına yaşıyordum.

Sağ yanımdan akıyordu Seine Nehri, sol yanımda yaşlı Dicle. Nice şahitliklerin yolunu tutmuş bilge Tigris. Ben ikisinde de boğuluyordum. Ne Seine ulaşabiliyordum ne de Dicle’den vazgeçiyordum. Bir insan nasıl çocukluğundan vazgeçebilir; fakat gençtim kanım kaynıyordu ve içim dışım her yanım dünyayı tanıma arzusuyla dolup taşıyordu. Yoksuldum fakirdim ve inadına özgürlük şarkıları okuyordum yine de. Bin dokuz kırkların havasını çalıyordum sonra, kırık bazukam ile. Ermeni kahvelerinde demleniyordum, Artin Usta ile çene çalıyordum. Levantenlerle yatıp kalkıyordum. Rumca şarkılar okumak hevesine kapılıyordum.  Hepsi Eleni içindi, kimseyle düşünü dahi paylaşamadığım sevgili Eleni. Unuttun mu beni. Hatırlar mısın, o sokağı. Hatırlanmaz mı gerçekten anısı olan mekânlar. Kulaklarımda savaş çığlıkları. Çığırtkanlar. İnsan kanıyla palazlanan bezirgânlar. Hepsinin yüzüne tükürüyordum. Topunun canı cehennemi... Ah, Eleni! Kendimce bir ölüm tasarlıyordum, senin olmadığın zamanlarda ve gitme ihtimalinin belirgin bir hal aldığı günlerde. Suları karıştırıyordum, tuzlu granitlerde. Yosun tutan taşlara aldırmıyordum. Balıklara öykünüyordum. Ben Mezopotamya idim. Kadim tarihtim Adam Kadmon ile yarışırken.

Şehir kıpırdanıyor içimde. Ağaçlar tebessüm ediyor. Güneş sarıp sarmalıyor beni. Ağarmış saçları ile Mor Dağlar, Sümbül Dağı, Buzul Dağlar ayakta hazır bekliyorlar yine. Ben Musée de I’Homme’un yolunu tutuyorum. Sağıma soluma bakmadan. Fena kızgınım kendime. Öfkemden kuduruyorum. Bütün tarihi bir solukta yutuyorum. Kan kusuyorum. Savaşlar katliamlar. Paris’in oyunları. Allah’ım, huzur arıyorum. Sükûnet sessizlik dinginlik ve saf beyaz düşler…

Engerek çıbanı damarlarımın her bir kılcalında… Tanımıyorum köşe başlarını bekleyen muhbirleri. Bir Etrüsk müzesinde sergiliyorum ruhumu. Dönüp de bakan olmuyor. Varto’ya gidiyorum. Muş ovasının engin sessizliğinde duruyorum. Dünya ilk hali üzere… Tank sesleri çalınıyor kulaklarıma. Takır tukur metal gürültüsü. Duymazlıktan gelmeye çalışıyorum. Mümkün değil. Tankların tıkırtısı. Kan damlıyor gözlerimden. Bunları görmemeliydim, bu günlere kalmamalıydım. Allah’ım. Şark çıbanı bahtım yazgım. Kabul ediyorum. Luther’in davetini görmezlikten geliyorum. Biliyorum gelecek yine o, bu sefer Efgani ile. Ben bir vakte kadar bekleyeceğim. Sonra gideceğim. Kapılacağım onun rüzgârlarına. Kendimden biliyorum kendiliğinden biliyorum. Ve yazıyorum. Yazgının iki yüzü… Öteki yüzünü bitireli bir hayli zaman geçti. Birkaç bin asır. Tutmadım nabzını. Şerbet hesabı. Yorulmuştum ve her şeyi kanıksamıştım, her şeye alışmıştım. Bir avuç kanda yaşamın anlamını arıyordum, kendime kendimle ilgili soruyor soruyordum. Şairler beni oyalıyordu. Filozoflar tutamıyordu. Her şey bitmişti. Bir çırpıda bitirmiştim. Gitmem gerekirdi. Daha fazla oyalanmak, içten içe ölmek, bilerek isteyerek zehirlenmek demekti.

Diyarbakır’dayım, eski surların gölgesinde. İnsanlar geçip duruyor önüm sıra. Ben oracıkta öyle kala kalıyorum. Sararmış bir yaprak önüme düşüyor. Eylül bu, diyorum. Bu şehirde eylülü yaşamak, ne hazin... Aklıma darağacında sallanan genç ölüler geliyor, Şeyh Sait’in gölgesinde. Yalnızlık kokuyor ağaçlar çiçekler. Tuhaf. Ve taşlar dokunuyor bana. Sonra Champs-Elysées’de eylül ve âşıklar. Kaldırımlara düşen genç cesetler. Haddi hesabı yok. Ben burada ölüyorum. Arada bir fark yok. Onlar orada geberesiye içiyorlar, sarmaş dolaş, salaş meyhane. Surlar ve Champs-Elysées. Ne uzak düşler. Ben peşine düşmüşüm, kendime yoksul kalmışım. Üstelik kalacak yerim yok her iki şehirde. Bir surlar var burada, orada da hiç kimseye ait olmayan kaldırımlar, sokaklar, caddeler.

Notre-dame’nin soğuk taşları arasında duruyorum. Gecedir ve kimseler yoktur. Buraya sığındım. Zor geldim. Gizlendim. Polisler beni arıyordu. Sınır dışı edilecektim. Bir ülkem yoktu. Kimliğim sonra, hüviyetim. Her yerdeydim ve hiçbir yere ait değildim. Sığınacak bir yeri olanlara gıpta ediyordum. Olsun diyordum,  belki bir gün benim de başımı sokacağım bir yerim olur, umudumu yitirmemeliydim. Fakat soğuk burası ve ıssız bu yer, soğuk taşlar, karanlık gece bana yalnızlığımı hatırlatıyor sadece. Tepeden tırnağa yalnızlık kesiliyorum. Yaban. Yoksul fakir fukara yersiz yurtsuz olduğum aklımdan çıkmıyor bir türlü. Bu vakitte Akdamar’da olmak vardı, Akdamar’da güneşin doğuşunu izlemek Tamara ile. Şivan’ı kıskandırmak. Bir düş diyorum ama düşleri çok görüyorlar bana. Düşleri de vuruyorlar.

 

Faik Öcal