*Sabahçı Kahvesi

                  



"

......

Onları yol üstündeki sabahçı kahvesinin geniş penceresinin camının ardından her zamanki gibi izlerken, çayımdan ağzımda acı bir tat bırakan büyük bir yudum aldım. Parmaklarımın arasında kendi kendini yiyip bitiren, dökülen tütünü onu olması gereken şeyden daha çok iskeleti çıkmış bir zavallıya dönüştürmüş filtresiz, ucuz sigaradan uzun bir nefes çektim. Sigara yarılandı. İçime çektiğim dumanın tütünden ziyade, normalde onu sıkı sıkı sarması gereken kâğıttan geldiği, ağzımda bıraktığı zift tadından belliydi. Çaydan bulaşan acılığa şimdi sigaradan gelen de eşlik ediyordu. Sigarayı dudaklarımın arasından alırken, bu kez kalın kâğıt dudağımın kurumuş derisine takıldı. İkisini birbirinden ayırmak için oldukça zorlandım. Başardığımda ise dudak derimin bir parçasıyla vedalaşmam gerekti.

Son dört yıldır gecelerimi bu sabahçı kahvesinde geçiriyorum. Bir evim var elbette ama geceleri uykuyla aram uzun bir zamandır açık. Güneş tepemden bakmadan gözüm uyku için kapanmayalı ise tamı tamına yedi sene oldu.

Başlarda gittiğim doktor ‘İnsomnia’ adında bir hastalıktan söz etti, ‘uyku tetkiki’ diye adlandırdığı bir dizi test yaptı, bazı haplar verdi. Doktorun yapmamı istediği herşeyi uysal bir çocuk gibi uyguladım, verdiği hapları içtim. Bir işe yaramadı... İşin içinden çıkamayınca, “Bu atipik bir durum,” dedi. “Psikolojik olmalı.” Benim için bu durumun hastalık vaziyeti o anda bitti. Anladım ki bu benim yeni hâlimdi.

Zor olmadı değil; geceleri yaşamak yani... Başlarda ne ben alışabildim ne de çevremdekiler. On iki yıllık karım Nezahat, üç yıl dayanabildi, üçüncü yılın sonunda terk etti beni. Buna üzüldüğümü söyleyemem, zaten evlendikten birkaç yıl sonra aramızdaki aşk bitmiş, çocuk yapma çabalarımız da sonuç vermeyince evlilik bir alışkanlık halini almış, hatta diyoloğumuz da en alt düzeye inmişti. Aramızdaki iletişim daha çok bir monolog şeklindeydi; eve girer girmez, iş yerinde, sokakta ya da bilmem nerde çok önceden başlamış bir konuşmanın devamı gibi, başlardı yakınmaya: Ülkeden, trafikten, ekonomiden, politikacılardan, işyerindeki arkadaşlarından bazen de benden yakınıp dururdu. O nefes almadan konuşurken kafamı okuduğum kitaptan ya da her neyse ondan nezaketen kaldırır, ona doğru – ama gözlerine değil – bakar, onu sadece başımla onaylar, lafı bitince yeniden önümdeki işe dönerdim. Zaten benden bir yanıt beklemezdi, sorduğu sorulara kendi cevap verme gibi güzel bir huyu vardı. Bazen, bir zamanlar birbirimize nasıl âşık olduk diye şaşırırdım. Kısa zamanda anlaşılmıştı ki biz birbirimiz için yaratılmamıştık. 

Uykunun bendeki bu tersine dönüş hâli öğretim üyesi olduğum Siyasal Bilimler Fakültesi’nde ciddi sorunlara yol açtı, üstelik evdekinden daha da ciddi sonuçlara... Bir zamanlar orada siyasi düşünce tarihi doçentiydim. Parlak bir kariyer beni bekliyordu. Şöyle ki, ülkenin içine girdiği her siyasi çalkantıda, basının, görüşlerine başvurduğu ilk uzmanlardan biri bendim. Televizyon ekranına çıkar, genellikle insanların duymak istedikleri şeyleri, sanki önemli bir şey söylüyormuşcasına bir tavırla, derin derin düşünüyor pozları yapar, sağa sola bir şey aranır gibi bakar, kelimeleri ağzımdan tane tane çıkartarak söylerdim: “Partilerin bu siyasi krizi ortadan kaldırmak gibi bir niyetleri varsa, (Ülkede her zaman siyasi kriz olurdu.) her şeyden önce bir mutabakat kültürünü içlerine sindirmeleri gerekir. Çatışmayla hiçbir yere varamayız...” Ya da, “Kararlı olmak gerekir. Kararlı olmak mücadeleyi kazanmanın ilk şartıdır...” Bunun gibi derinlikli olmayan şeyler. Şimdi itiraf etmem gerekirse hiç de umurumda değildi. Biliyordum ki birbirlerinden pek farkları yoktu, sorun aralarındaki çıkar çatışmasıydı. Yani çatışmanın kendisi zaten onların varlık sebebiydi.

İlk kez bir ders sırasında kürsüde uyuyakalmıştım.

Geceleri her zaman biraz geç yatardım; evde el ayak çekildikten, yani karımın bitmez tükenmez yakınmaları kesildikten sonra kitap okur, ders notlarını gözden geçirir, bazen sınav kâğıtlarına bakar... böylece yatış saatim geceyarısı üçü bulurdu. O gün uykum mu gelmemişti, okuduğum kitap mı sürükleyiciydi bilmiyorum, hiç uyumadan evden çıkmıştım. Evet, bir parça sersemlik, biraz yorgunluk vardı ama hepsi bu... Bu ilk kez olmuyordu, daha önce de çeşitli sebeplerle sabahladığım olmuştu. Saat dokuzdaki ilk ders gayet iyi geçmişti, ikinci ve üçüncü de öyle. Ne olduysa öğle öncesinin son dersinde olmuştu. Çocuklar daha sonra, “Ders anlatırken birden kafanız masanın üstüne düştü hocam,” demişti. Tabii çok korkmuşlar, kalp krizi falan sanmışlar. “Ama,” demişlerdi, “yanınıza gelince uyuduğunuzu anladık.” Ne yapacaklarını bilememişler bir süre. Her kafadan bir ses çıkıyormuş. Bazıları uyandırmaktan yanaymış; çoğu, “Bırakalım uyusun,” demiş.

İdareden biri, biraz zorlanarak da olsa uyandırdığında öğleden sonraki dersler başlamak üzereydi. Sabah sersemlik mi demiştim? Yanılmışım, asıl şimdi gerçekten de sersem gibiydim. Başta ne olduğunu anlamakta zorluk çekmiştim. “Bizi çok korkuttunuz hocam,” demişti, idari bölümden, saçlarının stiliyle Marilyn Monroe’ya benzemeye çalışan, ama bunun için bir mucizenin bile yetmeyeceğinin farkında olmayan, artık gençlik yıllarını bir hayli geride bırakmış Nermin Hanım. “Allah muhafaza, sizi uyandırmakta zorlandık.” Bir yandan da elindeki kolonya şişesinden habire eline döküp, baygınlık geçirmiş insanlara yapıldığı gibi, elini burunma dayayıp durmuş, ben başımı çektikçe bu sefer avuç içlerimi, bileklerimi ovalamaya başlamıştı. Bu kadının bana hayranlığını okulda bilmeyen yoktu. Bense ondan, hiç mi hiç hazzetmemiş, hep uzak durmuşumdur.

“Gece uyumadım, galiba bu yüzden...” gibi bir şeyler söylemiştim etrafımdaki meraklı kalabalığa. Doğrusu, başıma ilk kez gelen böylesi bir şey beni de fazlasıyla meraklandırmıştı. Nihayet, otoriter bir ses, Dekan Yardımcısı Abdullah Bey, kalabalığı dağıttı, ben de bir parça toparlanabildim.

O gece yine uykum gelmedi, bunu gündüz uyumuş olmama bağladım; yine de uyumak için kendimi bir hayli zorladım. Ne yapasam olmadı, karım yanımda horul horul uyurken, ben sıkıntıdan sağa sola dönmeye başladım. Sonunda yataktan kalktım; kitap okumak, televizyon seyretmek kâr etmedi... uyuyamıyordum. Sabah dersim olmamasına rağmen, sıkıntı tavana vurduğundan saat yedide evden çıktım, biraz yürüyüş, temiz hava iyi gelirdi herhalde. Uzun bir yürüyüşten sonra bir simit, bir iki gazete alıp kendimi bir kahveye attım. Saat on ikiye doğru fakülteye gitmek üzere kahveden kalktım, biraz daha yürüyüp bir taksiye bindim. Taksiciye gideceğim yeri söyledikten sonra, artık neredeyse her yerini okuduğum gazetelere yeniden bakmaya başaladım. Sonrasını hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda bir hastanenin kliniğindeydim. Beni bir kaldırım kenarında bulduklarını söylediler. “Taksideydim,” diyebildim. Hastanede olduğumu fark edince, “Ne oldu bana?” diye sordum. “Bir şeyiniz yok beyefendi,” dedi, kısa boylu otuzlu yaşlarında hemşire, “uyuyordunuz.”

Demek takside uyuyakalmıştım, ne olduğunu anlamayan taksici beni uyandıramayınca herhal korkup okulun yakınlarında bir yere bırakmıştı.

Ondan sonraki gece ve sonraki geceler bir daha uyuyamaz oldum, yerine gündüz saat on iki sularında hiç bir belirti olmaksızın olduğum yerde uyumaya başladım. Bıraksalar altı yedi saati bulan bir uyku. Sonra, bunu az çok kontrol altına almaya başladım. Günde üç-dört saate kadar indim. Kısa ama, kesintisiz, rüyasız, deliksiz derin bir uyku... “Hiç bir belirtisi olmaksızın” saptaması da ilk zamanlar içindi. Giderek içimden, oldukça derin bir yerden yavaşca bedenime yayılan uyku halini hissetmeye başladım. Gerçi bu süreç oldukça az sayılırdı, hiçbir zaman tam olarak ne kadar olduğunu anlayamadım. Bir uyuşturucunun yavaş yavaş vücuda yayılması gibi; onun, tam olarak sizi ne zaman esir aldığını bilemezsiniz.

Beni sıradan bir yaşamın dışına çıkartan ve farklılaştıran bu hâli giderek benimsediğimi, hatta sevmeye başladığımı itiraf edeyim. Farklıydım, tıpkı bir süperman gibi, ilerde uyku saatini daha aza indirdiğimi hatta tamamen ortadan kaldırdığımı bir düşünsenize...
 

. /..

 * Hasan Öztoprak'ın yazmakta olduğu "Sabahçı Kahvesi" romanından bir bölüm.

  
 Hasan Öztoprak