Küfretme İçeriğinde Bir Biyografi Kitabı

                  

            

    1986 yılından sonra edebiyatımıza  “küfür romanları” diye bir kavram girmişti. 12 Eylül’ün karanlık, puslu, baskıcı ortamını fırsat bilen karşı devrimci kalemler solu eleştirmek adına yazdıkları romanlarda, öykülerde devrimcilerin inançlarını, eylemlerini kabalaştıran, basitleştirerek belden aşağı metaforlar bağlamında işleyen metinler piyasaya sürmüşlerdi.

   Bunların topu bir araya geldiğinde sınıf mücadelesinin döneme uygun koşullarından uzakta, sözde eleştiri adı altında, özünde devrimcilere karşı düşmanlık ve küfürden başka bir şey yoktu. Tabi kurt dumanlı havayı seviyor. Salt bizim ülkemizde değil, sınıf mücadelesinin proletarya lehine ağır darbe aldığı başka ülkelerde de kurtlar dumanlı havada avlanma fırsatını kaçırmıyorlar. Sınıflar mücadelesi gizli açık yönleri ve tüm araçlarıyla devam ediyor. Daha da çok kâr ve sefahat için tekeller dünyanın bütün köşe bucağını kendi ideolojisi, kendi kültürü ve kendi pazarı haline getirmek için tüm araçlarını kullanıyor. Ezilenlerin gelmiş geçmiş, mevcut önderlerini karalayan “küfür romanları” da bu saldırı araçlarının vazgeçilmez bir parçasıdır.

   Burada söz konusu etmek istediğim “küfür romanı” Almancadan Türkçeye çevrilmiş olan “Tussy Marx; Babasının Kızı” adlı bir biyografi kitabı. Kitabın yazarı Eva Weissweiler, Türkiye’deki yayıncısı ise Çitlembik Yayınları.

   

   Adından da anlaşılacağı gibi kitap Karl Marx’ın en küçük kızı Tussy’nin hayatını anlatan sözde bir biyografi kitabı. Kitabın kapak fotoğrafına ve adına baktığınızda da bu masumane biyografi izlenimi sizi çekiyor. Hatta aşağıda yer alan arka kapaktaki şu ifade merakımı daha çok arttırdı: “Tussy, çok sevdiği babası tarafından küçük yaşlarda siyasetin ve sosyalist hareketin içine çekildi. ‘Kadın hakları’ konusunda başından geçen tecrübeler onu kaçınılmaz olarak feminizme götürdü.”  Engels’in ölüm tarihi olan 1895 tarihine kadarki zamanda Tussy’nin hayatında olup bitenlere ilişkin az çok bilgim vardı. Engels öldüğünde Tussy 40 yaşındadır ve feminist de değildir. Ömrünün geri kalan 3 yılında nasıl feminist olmuş, merak etmemek olanaksızdı.  Ancak Tussy öldü, kitap bitti ortada daha feminist bir Tussy de yoktu. Yazar E.W kitabın içinde kendi kendine sorduğu çeşitli zorlama soru ve kendince sorgulamalarla ortaya feminist bir Tussy’yi çıkarmaya çabalamış, Çitlembik Yayınları da yazarın hezeyanlarına bodoslama atlamış!

   Tussy’nin (gerçek adı Jenny Julia Eleanor; lakabı Tussy’dir) hayatını bahane ederek kaleme sarılan yazar, daha kitabın ilk sayfalarında başta Marx olmak üzere, Marx’ın eşine, kızlarına, damatlarına, Engels’e, Marx’ın yoldaşlarına ve proletaryanın önde gelen diğer önderlerine karşı aşağılama, hakaret ve küfürler yağdırmaktadır. Somutta Marx ailesine, genelde Marksizm öğretisine karşı paranoya nöbetine tutulmuş olan yazar, Türkçe çevirisinde 421 sayfa olan kitabın (asıl metin 377 sayfa) hemen hemen her sayfasında küfürlü anlatım yanında, dönemin olaylarına ve Marx’ın yapıtlarına ilişkin de uydurmasyon temelli yorumlar yapmaktadır. Kitaba ilişkin böylesi bir değerlendirme yazısında tüm bunların tek tek ele alınması bir dergi ya da gazetenin kapasitesini aşacağı gibi, aynı kitaba eşdeğerde bir kitaba da sığmaz. Onun için kitabın genel niteliğine bir ayna tutmak açısından birkaç noktaya değinmekle yetineceğim.

          
        
Geçmişten Bugüne İftiralar Zinciri

   Karl Marx burjuvaziye karşı, tarihte üstlendiği misyonun çok iyi farkında olduğundan bu cepheden gelecek her türlü kişisel iftira ve saldırılara karşı hazırlıklı olmuş; böylesi durumlarda gereken yanıtı açık bir dille, dayanaklarıyla yazılı olarak dostuna ve düşmanlarına ilan etmiştir. Buna bağlı olarak da ölümünden sonra çocuklarını olası iftiralara karşı koruması için Engels’e de vasiyette bulunmuştu.

   Hiç kuşkusuz Karl Marx gibi gelmiş, geçmiş, gelecek asırların deha toplum bilimcisinin hayatının başkalarınca sır olması mümkün değildir. Hatta sermaye kesimi, sömürülenlerin bu çağdaş Prometheus’unu  gözden düşürmek, toplumsal, bilimsel rolünü puslandırmak için, onu kişisel olarak karalamaya yönelik  Marx biyografisi yazanları yakından desteklemiştir. Mesela Marx’ın sağlığında Prusya hükümeti Marx’a yönelik iftira ve karalama yazısı için akademisyen Voght’a  bunu ısmarlama olarak yaptırmıştır.  

   Marx’tan sonra Engels’in en önemli hedeflerinden biri Marx’ın hayatını kaleme almaktı ancak ömrü buna yetmedi. Engels’ten sonra Eleanor Marx, çocukluğunun oyunlarına, hayallerine çok renk katan, güçlü kişiliği ve birikimine önemli etki yapan çok sevdiği babasının hayatını anlatan bir kitap yazacaktı. Ancak yaşadığı çok sorunlu evlilik onu bunalıma sürükledi ve 43 yaşında yaşamına kendi eliyle son verdi.

   Ölümlerinden sonra  Marx ve Engels hakkında  çok sayıda biyografi yazıldı. Bu biyografiler sıradan basit gündelik yaşam bilgilerinden öte, hem proletaryanın o süreçteki uluslararası boyuttaki mücadelesinin ayrıntılarını hem de bu mücadele sürecinin bir ürünü olarak işçi sınıfına ileride yön verecek olan üstün yapıtların ortaya çıkış sürecini de içermekteydi. Doğal olarak herkes proletaryanın önderlerinin kişisel hayatlarına ilişkin metinleri çokça okudu ve öğrendi. Toplamında Marx’ın çağa damgasını vuran büyük yapıtlarının arkasında; Marx ve ailesinin hastalıklar, çocuklarının ölümü, yoksulluk ve parasızlık içinde geçen bir hayatı,  bir de Marx’ın eşi Jenny’e olan tutkulu aşkını buldular.  Ama okurunu geri zekâlı yerine koyan E.Weissweiler,  Marx’ın eşinin aristokrat kökenli olmasından dolayı ailesini lüks düşkünü, sosyeteye mensup gösterme terbiyesizliğinden geri kalmamıştır.

   E.W’ye göre Marx bir erkek olarak karısı ve kızları üzerinde ataerkil egemenlik kurmuştur. Marx, Yahudi kökenli oluşundan hep kaçmış, Yahudileri aşağılamıştır. İçkici olduğu için kiraladığı evlerin “pub”lara yakın olmasına özen göstermiş; annesine de “moruk” diye, W.Liebknecht’ten “hayvan” diye bahsedermiş vs.vs…Dedim ya onun derdi Tussy’nin hayatını yazmak değil, bu bahane ile Marksizm’in sembol ismini aklınca küçük düşürmeye çalışmaktır. Hal böyle olunca yayıncının kitabın arka kapağında bahsettiği “E.W kaleme aldığı bu sürükleyici biyografide…” diye başlayan ifadesi tamamen bir palavradan ibaret. Kitap hem Tussy’nin hayatını anlatmak açısından çok yetersiz ve kötü, hem de it izi kurt izine karışmış olarak hiç mi hiç sürükleyici de değil. Çünkü yazar ailenin diğer üyelerine, sosyalist hareketin içindekilere sataşıp, küfretmekten lafı bir türlü Tussy’ye getiremiyor. Kitapta  699 tane alıntı var. Buradan anlaşılacağı gibi çok fazla kaynaktan yararlanılmış. Ancak 699 alıntının çok önemli bir kısmı Marx’a düşman olanların kaynağından yapılmış alıntılar. Yazar Marx ailesinin birinci elden kaynakları yerine daha çok onlara düşman olanların kaynaklarına başvuru yapmış. Bu kadarı da bilinçli bir seçimden öte tesadüf olamaz her halde. Ailenin (Marx- Jenny, kızları Jenny, Engels, Tussy, Laura) mektuplarında ise yaptığı alıntılarda gerçekçi olmayan bir tutumla bir cümleyi dahi aşağıdaki örnekte olduğu gibi, parantez içinde üç nokta ile bölüp, atlama yaparak okuru yanıltmaya, her şeyi kendi önyargısına uydurmaya yeltenmektedir. Örneğin,  “(…) Ama evin en güzel yanı ferah ve sağlıklı bir çevrede olması,(…) ne komşu var, ne başka bir şey, ve aynı zamanda büyük, ferah bir bahçe…”(s.55 Dipnot No: 117- 16.7.1864 tarihli mektup Schröder’den alıntı)
 
        Tahrifat ve Yalana Karılmış Bir Çamurdan Kitap Çıkarmak
 
   Yazara göre çocukları Marx’a “Arap” diye hitap ederlermiş. Kendisi de buna dayanarak Arap aşağı, Arap yukarı.. Oysa Marx’ın çocukları ve yakın çevresi tarafından Mağripli diye çağrıldığı ayan beyandır. “Mağripli” ile “Arap” farklı anlamları olan sözcüklerdir. “Arap”ın anlamı malum.  Mağripli, doğudaki Araplara göre batıda kalan Kuzey Afrikalı Araplar için (Cezayirli, Tunuslu, Faslı) kullanılan özel bir isimdir.  Marx’ın lakabı da “Arap” değil, Mağripli’dir. Zaten Marx’ın hayatını anlatan tüm kitaplarında da böyle geçer. E.W yalan üretmek yanında her bir gerçeği çarpıtmayı aklına öyle koymuş ki, hızını alamayacağını belli eder.

    Alman yazar E.W, Marx’ın hayatını yazdığını belirttiği İngiliz yazar Francis Wheen’e dayanarak verdiği bilgiye göre Marx; Dıckens’ı, Thackeray’ı, Bronte Kardeşleri okumuş biri olarak, onların toplumsal çelişkilere dayalı betimlemelerini övermiş. Ancak onlar gibi civarı dolaşmak yerine British Museum’un okuma salonunda gazetelerden, diplomatik raporlardan bilgi toplamakla yetinirmiş. Londra’daki işçi ortamlarına bir kez inmiş o da kilisenin baskısıyla pazar günü meyhanelerin kapalı olması kuralını getiren “beer-bell” yasasına karşı, “derin kişisel üzüntüsünü yansıtan sert makalesiyle.”(s.21) Marx evini pub’a yakın tutuyormuş(!) ya, E:W’da Francis Wheen’e dayanarak bu satırlarla kendine haklılık zemini yakalamaya çalışıyor. Kolay gelsin bayan düzenbaz!

   Londra Soho’da (Marx’ların da oturduğu yoksul bir semt) kolera salgını vardır. Yazara göre Marx salgın karşısında sessizmiş. Nedeni? Yazar da bilmiyor. Marx’ı  kayıtsız, duyarsız göstermeyi kafasına koymuş olarak uydurduğu yalanlar etrafında kendine yol açmaya çalışıp, “neden?” diye de kendi kendine soruyor. Tabi ondaki soyutlama, çıkarsama yapma zekası kimsede yok, hemen yanıtını da sorular sorarak yapıştırıyor: “Acaba mide bulandırıcı mı bulmuştur?” “Çağdaşlarının çoğu gibi o da kolerayı bayağı bulup, ahlakdışı, zevk batağına saplanmış hayata karşılık bir ceza olarak mı yorumlamıştır? Felaket ona fazla mı yakın ve fazla mı banaldir, yoksa soğuk nefesini ensesinde mi hissetmektedir?”(s.21) Kolera konusunda hiç bilgisi olmayan biri, yazarın bilgisine dayanarak hastalığı zenginlerin, zevk âlemlerinin bir hastalığı sanır. Oysa kolera yoksulları öldüren, yoksul semtlerinde görülen bir bağırsak enfeksiyonudur. Marx da ailesiyle salgının tam ortasında, kolera mikrobuna karşı direnmektedir. Dışarıdaki kolera hastaları için zaten tıp yerine felsefe doktoru olan biri ne yapabilir ki?  Aslında yazar “ortalık kolera mikrobundan kırılırken Marx Pub’da içiyordu” diye eklemeyi unutmuş olmalı. Onun başlangıç mantığından ancak böyle bir sonuç çıkarılabilir.

   Yazara göre Marx annesini her zaman “moruk” diye anarmış. Ona hiç mektup yazmazmış. Yaşlılığında bir kez ziyaret etmiş o da alacağı miras için!  Marx ile annesinin bir dönem arası soğuk olur da, Marx düşmanları bunu çoğaltmadan, allayıp-pullamadan dururlar mı hiç?

Okurun gerçeğe ulaşmasını engelleyecek bilgilerin üstüne bir çizgi çekerek, kendine göre neden sonuç belirleyecek, okur da objektif gibi duran bu neden sonuç ilişkisine kanacaktır.      Marx babasının ölümünden sonra annesiyle kavgalıdır. Çünkü annesi, Marx’tan maddi beklenti yanında, kız kardeşleri için zengin koca arayışı içine girer. Marx bu süreçte annesiyle sert tartışmalar yaşar. Tabi yazar bunlardan hiç bahsetmiyor. . Marx  süreç içerisinde toplamsal açıdan oynadığı rol itibarıyla popüler olunca, annesi Marx’ı bu haliyle kabullenir, ona özlem duyar. Marx da bir baba olarak yaşlı annesine artık saygı ve şefkatle yaklaşır, ölümünden acı ve üzüntü duyar. Genel durum böyle iken yazar tereyağından çektiği kılı şapur şupur yalayarak kendindeki iştahı okura bulaştırmaya çalışıyor.   

   Yukarıda da belirttiğim gibi yazara göre Marx erkek egemen kişiliklidir.  Kendi zevki için karısına durmadan çocuk yapar. Karısı kız doğurduğunda “yine aleladele bir kız çocuğu” dermiş ve ekliyor:”Marx için ne acı bir hayal kırıklığı. Nitekim kızlar ne doktor olabilirler, ne avukat, ne de politikacı. Prusya’da da, İngiltere’de de üniversite yolu kızlara kapalıdır. Daha alt sınıfa mensup kızlar en azından fabrikada çalışabilirler ama sosyeteye mensup kızlar için bu mümkün değildir.”(s.23) Vay canına! Marx akademik eğitime ne kadar düşkünmüş meğer! Prusya hükümetinin en rütbeli koltuğunu reddederken demek aklı başında değildi! Ee bu kızlar şimdi ne yapacak? Marx ailesi sosyete ya, sosyeteler fabrikada çalışamaz ya, erkek çocuk olsa okur okur Marx’ın elinin tersiyle ittiği koltuğa otururdu!

   Sosyete kurgusunu tutturmak için yazar hayal gücünü çalıştırmaya devam ediyor. Jenny çocuklarını yanına alarak Londra’dan Trier’e annesinin yanına gider. E.W yorumluyor: “Seksen yaşındaki annesini görmek, en küçük kızını herkese göstermek ve Eifel ile Mosel dağları arasındaki küçük burjuvaziye hala çekici bir kadın olduğunu ispatlamak ister”(s.28) Vallahi kırk yıl düşünseniz böyle bir zekâ pırıltısını (!) bir fikir yakalayamazsınız. Jenny ya da Marx’ın evden dışarıya her adım atışında kadın yazar paranoyalarını konuşturmadan edemiyor.

   Jenny orta yaşlı bir kadın olduğu halde çiçek hastalığı geçirmiş ve yüz cildi de bundan çok olumsuz olarak etkilenmiştir. E.W diyor ki; evden, çıkmaz misafir kabul etmek istemez olmuştur. Ekliyor.”Herhalde bir zamanlar Maria Theresia’nın yaptığı gibi, kendini görmeye katlanamadığından olsa gerek, bütün aynaları indirmiştir.”(s.45) Yani böyle bir olayın tanığı değil ama –mıştır, -miştir zaman dilimini kullanıp, sayıklaya sayıklaya kafa bulandırmaya devam ediyor.  Marx’lar yeni bir eve taşındıklarında, mobilya tarzı eşya da almışlardır. Bunun üzerine Jenny arkadaşına yazdığı bir mektupta “Artık utanmadan herkesi evimize buyur edebiliriz”(s.57) demiştir güya. Nedense aynı yazar Marx’ın sefaletin en yoğun dönemini yaşadığı zamanlarda dostlarını ve yoldaşlarını hiçbir kurala bağlı olmaksızın evlerinde misafir ederek, yokluklarını hissettirmeden çocuklarının tayınını onlara ikram etmekten geri kalmadıklarından hiç bahsetmez. Çünkü yazar Marx’ın yaşantısına ilişkin bilgileri ona siyasal ve sınıfsal anlamda düşman olanlara ve Marx’ın peşine takılan hükümet ajanlarına dayandırmaktadır.

   Yazar, Marx-Engels ve çevresine karşı ahlaksız bir yaklaşım içindedir. Jenny annesini görmeye gidip döndüğünde yardımcısı Helene Demuth’u hamile bulmuş(!) “Üstelik çocuk Marx’tandır. İnanılmaz bir utanç içinde çırpınan Marx, suçu Engels’in üzerine atmaya çalışır”(s.14) Marx’ın toplumsal rolünü arka plana atmak için burjuvalarla onun yolunda sürünen küçük burjuvalar toplumsal açıdan hassasiyeti olan böylesine ahlaki bir olayı özellikle seçmiş olmalı. Yazar daha kitabının başlarında kendisince böylesi bomba bir yalanla işe başlıyor. Aslında Marx’ın eşine çıkarsız gerçek bir sevgi ile bağlılığı ve Engels’le olan büyük dostluğu ve yakınlığı göz önüne alındığında, yazarın seleflerinden aldığı paranoyayı ortaya yeniden saçmayı Marx ve Engels düşmanlarına karşı bir borç biliyor olsa gerek! Benzeri bir çamuru da Engels’e atıyor. Engels’in 1863 yılında ölen eşi Mary Burns’la birlikteliğinden bahsederken “…aşkın gönüllülük temelinde yaşanması gerektiğini savunur. Beraberliklerinin ilk yıllarında onu bazen aldatmış, temizlikçi ve çamaşırcılarla kaçamaklar yapmıştır.”(s.53) diyor.

   Enternaysonal’in Fransız grubu sözcüsü Paul Lafargue, Marx’la tanışmak için Londra’dadır. O sıra Tussy 10 yaşındadır. Paul, Tussy ile bahçede koşuşturur, ona salıncak yaparmış, çünkü ona âşıkmış! “Fakat maalesef Tussy ile evlenemeyeceğinden kız kardeşi Laura ile nişanlanır.” (s.57) P.Lafargue Marx’ın çok değer verdiği, değerli bulduğu Fransız bir devrimcidir. Marx’ın sevdiği herkese çamur atan yazar, ona da böyle bir çamur atarak senaryosunu tutarlı kılmaya çabalıyor. Yalan söylüyor. Gerçekte ise böyle bir olay yoktur. P.Lafargue Marx ailesi ile dostluğu sürecinde Marx’ın ortanca kızı Laura’yı sevmiş ve onunla evlenmiştir. Yazara göre Marx bu evliliğe karşı çıkmış, kızına bağırmış çağırmış, kızı da ağlamış ve baba sonunda razı olmuştur. Oysa Marx ve eşi, hiçbir kızının eş seçimine karışmayıp, onları özgür bırakmışlardır. Sadece Tussy’nin Lissagaray adında, Fransız devrimci bir yazara olan duygusal eğilimi sırasında Tussy’e, Lissagaray’ın kendi ideal ve beklentilerine uygun biri olmadığı konusunda uyarmışlardır. Tussy de annesinin bu konudaki sağduyulu yaklaşımına uyarak ilişkiyi bitirmiştir.

    Yazar  Lissagaray Tussy ilişkisini kitabının çok önemli bir konusu olarak kullanmıştır. Nasıl kullanmıştır? Tussy Lissagaray’la evlenmek istemekte fakat annesi ve babası onun bu özgür seçimi üzerinde sürekli baskı kurmaktadır. Biri üzerinde baskı kurdu dedi ya diğeri üzerinde de baskı göstermek zorunda. Hatta baba Marx’ı, kızı Tussy’i kendine hizmet için kullanmakta bile diyebilmekte. Marx hastalığı nedeniyle kaplıcalara gittiğinde, istemediği halde Tussy’yi yanında götürür kendine hastabakıcı, sekreter, hemşeri yaparmış. Bir baba ile çocuğu arasındaki yakınlığın karşı karşıya getirilmesi, burjuvazinin soysuzlaşmasının bariz ürünü olduğunun bir ifadesi olarak görmekten başka söylenecek bir laf olamaz!
 
    Kitaptan  Aranan Tussy Yerine Kafası Çirkefe Batmış Bir Yazar Çıkıyor

   Bir kez daha yazarın derdi Tussy değil demek zorunda hissediyorum. Onun derdi; Marx’ın öğretisine, yapıtlarına bakmak, bunları karşısına alacak güç ve cesaretten yoksun olarak bulandırdığı suda balık avlamaktır.  Sığ, basit olduğu kadar da bayağı bir bakış açısına sahiptir. Marx’ın “Yahudi Sorunu” yapıtından, onun Yahudileri aşağılamakta

 olduğunu, Rus-Osmanlı Kırım Savaşı sürecinde Rusların Panslavist bir politikayla Karadeniz’e açıldığını söylediği için Türklerden yana olan bir Rus düşmanı olduğunu ima etmekte. (Bir yerde, Marx’ın Rus dostları, onun Rus düşmanı olduğunu bilseler ne yaparlardı acaba tarzında bir sorgulamaya gidiyor. Ne komik değil mi? Rus dostları dediği, çarlığın zulmünden kaçıp Avrupa ülkelerinde mülteci konumunda olan Rusyalı devrimciler. Osmanlı-Rus savaşında Çarlığı eleştirdiğini bilselermiş acaba Marx’la ilişkileri nasıl olurmuş? Yazarın mantığına göre Marx’la ilişkiyi kesip çar hazretlerine koşarlardı demekten başka bir şey gelmiyor insanın aklına…)

   Bu ve bunun gibi onlarca seviyesizlik örneği, geri zekalılık düzeyinde çıkarsamalar, aşağılamaya dönük kurgulara eşlik eden bir dil ve anlatım; yalanları birbirine dolanmış, bilgisiz, argo yüklü ifadeler yığıntısı bir kitap. İnsan ilk başlarda çevri hatası mıdır diye düşünmeden edemiyor. Ancak satırlar arasında ilerledikçe bunun yazarın anlayışı, niyeti ve üslubu olduğunu kolayca kavrayabiliyorsunuz.

   Prusyalı bir ajandan alıntılamış: “Şampanya ile hacizler arasında gidip geliyor” Sonra yazar kendisi ajanın işini sürdürüyor:”Hakiki İngiliz bifteği ve kalaylı büyük kadehlerde köpüklü sert bira ile donatılan Alman İşçi Derneği’nin konuk salonunda gevşiyordu.” Yine Marx hasta torunu için kaygılandığından bahsederken “…bu çocuğun da devrim uğruna telef olacağından korkar” der. Sözcükleri kendince iyi seçmiş. “gevşeme”, “telef”. Her ikisi de malumunuz hayvanlar için kullanılır. Cımbızlama yaptığımı sanmayın bu tür ifadeler öyle çok ki, E.W hızını arttırdıkça artırıyor. Mesela Paris Komünü sırasında bir Fransız gazeteci, ayaklanmayı Marx’ın organize ettiğini, “Londra’daki mağarasından yönettiğini”(s.75) yazmış. Şimdi E.W’nin Marx’a karşı çirkef oluşunun hangi boyutta bilinçli bir seçim olduğunu anlayabiliyor musunuz?

   Yalanların, dolanların Marx ve Engels karşıtlığı hezeyanların ardı arkası yok. Tabi siz de merak ettiniz. Marx’ın kızı Tussy bana göre Engels’in ölümüne kadar (1895) feminist olmadıysa, bundan sonraki 3 yıl içinde feminist olamaz mı diye. Tabi bir ay içinde de feminist olunabilir, bir yıl içinde de. Oysa Tussy Marx’ın feminist filan olduğu yok. Bu tamamen yazarın feminizme ilişkin bilgisizliğinin, görgüsüzlüğünün, okurunu aptal yerine koymasının bir ürünü.  Tussy dünyadaki gelişmeler yanında İngiliz işçi hareketini yakından takip etmektedir. II. Enternasyonal’in örgütlenmesinde de başroldedir. Kızların temel eğitimden sonra öğrenimlerini sürdürüp meslek seçme hakkı o dönem yoktur. Ancak Marx’ın kızları ailenin etkisi ve yönlendirmesiyle sağlam bir eğitim almışlar ve hepsi birçok dil bilmektedir. Özellikle Tussy bu konuda kendini daha çok geliştirmiş edebiyatla da ilgilenip, çeviriler de yapmaktadır. Kitap ve makaleler yazmanın yanında işçilerin hak elde etme mücadelesinin de içindedir. Bununla birlikte kadınların eğitim öğretim hakkının elde edilmesi gibi çabaları, hatta bu çabaların içinde olan aydın, burjuva kadınları da desteklemektedir. Sınıf mücadelesinden kopmuş bir kadın hareketi içinde değildir ki o dönem hareket olarak henüz feminizm de yoktur.

   Kitabın içeriği, yazarın böyle bir kitapla varmak istediği yer konusunda söylenecek elbette daha çok şey var. Ancak söylenecek ve irdelenecek şeylerin hepsi başta yazar olmak üzere, kitabın oluşumuna katkı sağlayan çevirmen, yazar, editör konumundaki kişilerin, zaten aleni olan Marksizm’e ve sosyalizme, ezilen halkların devrimci değerlerine olan düşmanlıklarını daha da belirgin kılmaktan öte bir işe yaramayacaktır. Sayısız düzeydeki karalamaların bir kaçına parmak basmak kanımca yeterli olmuştur.

   Araştırmalarımdan edindiğim bilgiye göre yazar Irak’ın ve Afganistan’ın işgaline karşı biriymiş. ABD’nin buradaki işgallerine karşı olmak maalesef bir yazarı onurlu ve namuslu yapmaya yetmemektedir. Açık işgal ve saldırganlık kapitalist sömürünün sadece bir parçasıdır. Sömürü sistemine karşı durmadan, savaş karşıtlığı gibi bir tavır yüzeysel ve göstermelik olmaktan öte bir anlam taşımaz. Ayrıca hiçbir savaş sömürü ilişkileri ve sınıf mücadelesinden bağımsız değildir. Nihai savaş karşıtlığı emperyalizme ve sömürüye karşı çıkmada vücut bulur.  Emperyalizme yani dünden bu yana çağımızın acımasız sömürü ve işgallere karşı isen, durduğun yerin sosyalizm savunuculuğu olması gerekir. “Tussy Marx” kitabında Marx ve yoldaşlarına küfür edecek, sonra savaş karşıtlığı modasına sarılacaksın. Bu ne E.Weisseweiler ne de onun gibilerini hümanist, demokrat yapmaya yetmeyecektir.    

  

.        

 
 

  
Hatice Eroğlu Akdoğan