Bir Mektup, Bir Anı

                  


Değerli Okurlar,

Bu güne kadar binlerce kişiden özgeçmiş aldım/ aldık. Sayın Balta'nınki bir rekor. Bu nedenle (aşağıdaki mektubu da okuduktan sonra) tek bir satırına bile elimi sürmeden "Özgeçmiş" bölümünde yayımlıyoruz. Ayrıca (bir bütünlük oluşturması gerektiğini düşünerek), bizlere gönderdiği metmi de bu sayfaya alındık.





Sayın Nida Öz,

Önce sevgi…

 

Öz geçmişimi ve fotoğrafımı sunuyorum.

Özgeçmişim uzun, biliyorum.

Sizden özetleyerek kısaltmanızı rica ediyorum.

 

Yayın Kurulu sorununa gelince

Korkarım, Yayın Kurulu’ndan söz edilince.

 

Yayın Kurulları ince eler sık dokur.

Kimisi lehte, kimisi aleyhte okur.

Olanlar da gönderen yazara olur.

 

Oysa gönderilen bir yazıda yazarın umudu kırılmamalıdır.

Yazar heveslendirilerek önü açılmalıdır.

 

Varsa yazıda eksik kusur, kurgulamada mantıksızlık

Gösterilmelidir, yazara verilmeden rahatsızlık…

 

Her edebiyat dergisi bir okul gibi olmalıdır.

Yazar bu okulda doğru yolu bulmalıdır.

 

Efendim, "Yayın Kurulu yazıyı yeterli görmedi."

Dedin mi bir daha o yazarın yazı yazmaya varmaz eli.

 

Demek istediğim bir yazarın önü kesilmemeli.

Yazar teşvik edilerek heveslendirilmeli.

 

Özgeçmişimi okursanız görürsünüz ben kitapsız öğrenenlerdenim.

Her ne kadar hukuk bitirmişsem de yeterli bir öğrenim görmemişim.

 

Ama buna karşın elli yıldır yazarım içimden geldiğince

Yazılarım sosyal içerikli olduğu için yer verilmedi yerel gazetelerde.

 

İşte size verdim biraz hakkımda bilgi,

Gösterirseniz sevinirim bana ilgi.

 

Şimdi kalınız sağlıcakla,

Başarı dileklerimi sunarım Derginiz Havuz’a…


KAPICILAR

 

İki gariban. Ellerinde bir kağıt. Sendikaya geldiler. Sigorta ile ilgili bir işleri varmış, beni gösterdiler.

Baktım ellerindeki kağıda. SSK Çankaya Şubesinden gelmiş. Çankaya'da bir apartmanda kapıcı olarak çalışıyorlarmış. Asgari ücretten yatırılması gereken sigorta primleri yatırılmamış. Ek bordro ile ödenmeyen primlerin doldurulup    gönderilmesi   isteniyor. Garibanlardan biri anlattı:

“- Apartmanda kapıcı olarak çalışıyoruz. Asgari ücret veriyorlar. Onun da primini yatırmıyorlar. Yöneticiye gittim, gelen kağıdı gösterdim. Deliye döndü, bana çıkıştı, ‘usandık sizin elinizden… Benim ne suçum var. Bordroyu yapan kendileri. Eski yöneticinin hatasını ben mi düzelteceğim!’ dedi ve on dakikada bitecek işi yapmadı.

Ne yapayım şimdi ben? Emekli olacağım. ‘Git eksiklerini doldur getir!’ diyorlar.

Bu kez de muhasebeciye gittim. Muhasebeci bir sayfalık kağıdı doldurmak için   yüz lira istedi. Bunlarda hiç mi insaf merhamet yok. İnsan şunu Allah için doldursa ne olur? “

Dairedeki arkadaşlardan biri atıldı:

“- Dayı, işini ben yaparım,   ama 25 liranı alırım…”

Kapıcı sağa sola baktı. Kendisine destek çıkacak birini aradı. Arkadaş ise gayet doğal olarak:

“- Ancak aldığım parayı yine sana vereceğim. Sen bu para ile giderken çocuklarının beğeneceği bir pasta veya tatlı almalısın…”

Gariban arkadaşın şaka yaptığını sandı. Arkadaş şaka yapmıyordu, emr-i vaki yaparak kapıcının çocuklarının bir tatlı yemesini sağlamak istiyordu.

Arkadaş bordroyu doldururken karşımda oturan kapıcı derdini dökmeye başladı. Diğer arkadaşı da başucumda ayak ta duruyordu, onu da oturtturduk, birer de çay söyledik. Emekli olmak için çalışan yaşlısı anlatmaya başladı:

“- Beyim, asgari ücretten ödedikleri ücretin primini yatırmamışlar. Ben de emekli olacağım diye seviniyordum. Tam emeklilik için başvurdum. Elime bu kağıdı tutuşturdular. Şimdi beri ne yapayım. Bu zamana kadar yarı tok yarı aç yaşadım… Nasıl yaşadığımı Allah’la ben bilirim. Kimseye şikayet de edemiyorum… Ağzımı açsam suç oluyor, yönetici kafamda bitiyor…”

Durdu, soluklandı ve yöneticinin kendisine söylediklerini anlatmaya başladı:

“- Ev kirası vermiyorsun, elektrik parası, su parası vermiyorsun. Tanzifat (temizlik) vergin yok, bekçi parası vermiyorsun, odun, kömür kalorifer derdin yok.  Devlete verdiğin vergi de yok.  Giydiğimiz giysiden veririz, yediğimiz yiyecekten veririz. Daha ne istiyorsunuz diye bir de çıkışmazlar mı? Vallahi beyim ne yapacağımızı şaşırdık…”

Yanımdaki masada çalışan iş arkadaşım dayanamadı:

“- Değil mi ki senin yaşantına imreniyor; gel bir gün de sen yaşa demedin mi? Bir gün olsun senin yaşadığın hayatı yaşasın. Oturduğun odada.otursun da kendisinin boyunu göreyim…

Kapıcı içini çekti, eziklik içinde idi:    

“- Nerde beyim nerde… Kalorifer kazanına bakmak için aşağı indiklerinde bizim odanın önünden geçip giderlerken yüzlerini ekşitiyorlar, kokudan burunlarını tutuyorlar. Hava yok, güneş yok, rutubet yüzünden nem çok. Derdimizden, anlayan yok. Buna nasıl bir yol bulacağız da bu yoksulluktan, bu sefaletten kurtulacağız. Hele şu çarşıya gidip gelme bir alem.”

Yine durdu, bir sığara içmek istedi sonra vazgeçti:

“- Yahu şu ekmek arasında ne fark var. Biri der ekmeği falan bakkaldan, diğeri der ekmeği falan bakkaldan alacaksın.. İşin yoksa bakkal bakkal gez. Hafta tatili, yaz tatili, yıllık izin, ücretli izin yok. Bir de karşımıza geçip insanlıktan, milliyetçilikten, mukaddesatçılıktan söz etmezler mi, deliye dönüyorum. Ulan, diyorum bizim kapıcılara, gelin birleşelim, hakkımızı arayalım, biz de insanız, biz de yurttaşız, diyorum, arkadaşların hepsinin ödü kopuyor. Neden mi, sendikalaşmak istediğimizi duyan yönetici tuttuğu gibi bizi kapı dışarı koyuyor…”

Bu arada söze kârıştım:

“- Şimdi şöyle bir yasa çıkarasın. Deyeceksin ki yılda bir gün de kapıcılar bayram yapacak. Kapıcı Bayramında yöneticiler kapıcılık yapacak Apartmanı yöneticiler süpürecek, alışverişe yönetici gidecek, kaloriferi yönetici yakacak.

Kapıcıları bir gülme   tuttu. Gülmekten   ağızları kulaklarına varıyordu. Güldükçe güldüler. Önerim o kadar  hoşlarına gitti ki. Hayal bile olsa  yöneticinin:
 bir gün kendileri gibi yaşama, sözüne bile sevindiler.

 Ben sözlerimi sürdürerek:

“- Ancak o zaman sizlerin yaşantısını, ezikliğini anlarlar; sizlerin ne güç koşullar altında çalıştığınızı… Hiç olmazsa, Fransa’da olduğu gibi, birinci katta bir dairede yaşamanızı sağlarlar, ücretinizi artırırlar. Yıllık izninizi, haftalık izninizi verirler.

Yanımda oturan kapıcı atılarak:   

“- Bilmiyorlar mı ki beyim, biliyorlar, biliyorlar da bizim bu sefil yaşantımızı kadere bağlıyorlar… Böyle yaşamak bizim kaderimizmiş…

Sonra, arkadaşın doldurduğu ek bildirgeyi aldılar, teşekkür ederek ayrıldılar.

Bordrolarını dolduran arkadaş arkalarından sesleniyordu:

“- Çocuklara pasta ya da tatlı almayı unutma ha!...”

 

Gaziantep Sabah gazetesi. 23.5.1977

 

 

  
Hayri Balta