AYFER TUNÇ’UN "SUZAN DEFTER" ÖYKÜSÜ İÇİN BİR OKUMA DENEYİMİ
Sanat, kendinden önceki formları
ve biçemleri aşarak yeni dönüştürümlerle ilerleyen sonsuz bir süreçtir bence.
Öykü sanatında da yazar, kendinden önceki birikime kendine ait yeni unsurlar
kazandırdığı sürece edebiyat tarihi sayfalarında yer edinir. Gerçek edebiyatın
kalıcı güzelliklerine, yeni formlar deneyerek, içerikte yeni bakış açıları
geliştirerek ulaşılır.
Semih Gümüş,“Ayfer Tunç’u geleceğin on yazarından biri olarak düşünmemin nedeni,
Aziz Bey Hadisesi ile Taş-Kâğıt-Makas öykü kitapları. İkisinde de çok sağlam
metinler yazarken kunt bir yazara dönüşüyor Ayfer Tunç. İnsanın şu yaşanan
hayattaki dramatiğini ayrıntıların içine sızarak anlamlandırma kaygısı ve
başarısı övgüye değer.” (1) derken yazarla ilgili önemli noktaların altını
çiziyor. Ayfer Tunç öykülerinde tüm bir yaşamın dolu dolu hesaplaşmaları,
pişmanlıkları, çocukluktaki travmaların ileriki yaşlara etkisi gibi izleklerin;
terk edilmişlik, ihanet, aldatma,
kıskançlık ve pişmanlıklarla birlikte aşkın bütün hallerinin, insanı odağına
alan bir bakış açısıyla, çoğu zaman
kederin egemen olduğu hüzünlü atmosfer içinde dile getirildiğine tanık
oluyoruz. Bu dile getirilmenin, genelde uzun ama sağlam kurulmuş metinlerle ve bu
metinlerin dokusuna işleyen sağlam bir dil ve biçemle gerçekleştirildiğini
görüyoruz.
‘Ayfer Tunç, kurmaca ile gerçeklik arasındaki o kıldan ince kılıçtan
keskin çizgide nerede duruyor’ sorusunun yanıtını, yazarın kendi sözlerinden
çıkarsayabiliriz. Murat Gülsoy’la bir söyleşisinde her zaman gerçekle bir bağı
olan öyküler kaleme aldığını, kurmacasının gerçekle birbirine değdiği bir yerin
mutlaka bulunduğunu belirtiyor. “…edebiyatın
temel meselesinin hayat olduğunu düşünüyorum. Hayata bir şey katmıyorsa, ne işe
yarar? Hayata bir şey katması için de, bir gerçeklikten hareket ediyor olması lazım.” diyor. Bu
durumun, bir yazar olarak yepyeni denemelere, fantastik boyutlara açılmasına engel
oluşturmadığını, asl’olanın yaşam ve yaşama bir şey katma düşüncesi olduğunu
dile getiriyor. Aynı söyleşide Taş- Kâğıt- Makas (2) kitabındaki Suzan Defter için “gerçekçi
bir hikâye denemez ona. Magritte’in tabloları gibi denebilir: Her şey çok
gerçektir ama onların bir arada oluşlarında fantastik bir taraf vardır. Bu
benim edebiyatta da çok sevdiğim bir şey zaten. İkisinde de bu hesaplaşma var
gibi geliyor bana.” diyor. (3) Bu sözlerin açtığı kapıdan Suzan Defter’in dünyasına girebiliriz.
İki ayrı kişinin günlüğü biçiminde
kurgulanan Suzan Defter öyküsünde
ilk olarak kitaptaki sayfaların dizilimindeki ayrıksı, aykırı ve sıra dışı
durum dikkat çekiyor. Önce şaşırıyorsunuz; “Acaba hatalı ciltlenmiş bir kitap
mı aldım?” diyorsunuz içinizden. Sonra biraz gayret edip durumu çözmeye
çalıştığınızda yazarın okurunu şaşırtıcı bir oyuna çağırdığını anlıyorsunuz. Yüzünüze
önce bir bilmeceyi çözmüşçesine rahat bir gülümseme yayılıyor; ama bunun
yanıltıcılığını görüyor, okudukça bu kez
de öyküdeki kişilerin ayrıksı, sıra dışı, aykırı dünyalarını keşfe çıkıyorsunuz
ve okur olmanın yaratıcılık, gayret ve dikkat gerektiren yoğun bir çaba
olduğunu bir kez daha düşünüyorsunuz. Ekmel Bey’in ve Suzan adlı karakterin
yerine geçen Derya’nın yazdığı günlüklerden oluşan öykü için değişik bir okuma
tekniği öneriyor Ayfer Tunç. Bu konuda şöyle söylüyor: “Onun avantajı şu; ister önce Ekmel'in hikâyesini okur bitirirsiniz yani
sadece sol sayfaları ya da önce Derya'nın hikâyesini okursunuz yani sağ
sayfaları. İsterseniz de karşılıklı okursunuz. Çok okuma önerisi sunan bir
hikâye olsun istedim. Ayrı ayrı okumakla, karşılıklı okumak farklı şeyler
düşündürebilir insana. Çünkü ben de yazarken öyle yaptım. Kimi zaman arka
arkaya, kimi zaman karşılıklı yazdım.” (4) Gördüğümüz kadarıyla, sayfaları
yan yana okuduğumuzda gerçekler birbirini reddetmektedir. Öteki okuma biçiminde
ise önce sağ sayfalar, sonra sol sayfaları okuma (ya da tam tersi) söz konusu.
Her iki okuma tarzında da, gerçeklerin,
metnin kişilerine göre farklı algılamalarla yorumlandığını görüyoruz. Buradan
da ‘mutlak gerçek’ diye bir kavramın olmadığı, gerçeğin kişilerin bakışına göre
yaratılabilir hikâyeler içerdiği; ya da herkesin kendi hikâyesini anlatmak,
kurmak için kendi gerçeğini yarattığı sezdirimine ulaşıyoruz. Umberto Eco’nun
Foucault Sarkacı’nda da dile getirdiği bu durum, anlatıların kurmaca dünyası
açısından değerlendirildiğinde, anlatılarda hakikatin yazar açısından hikâye
edilmesi durumuna da işaret eder ki bu da bir üst gerçek olarak okura ulaşır.
Günlüklerden birini Ekmel Bey
yazıyor; ötekini ise Derya. Ekmel Bey, baba mesleği olan avukatlıktan vazgeçerek
evine kapanıp inzivaya çekilir. Bu sırada defterini yazmaya başlar. O da aile
ilişkilerinde hüsrana uğramıştır. Sevgisiz ve katı bir annenin elinde büyür;
anne baba arasında da sevginin sıcaklığı bulunmaz. Babası kıskandırmak için
annesini aldatma girişimlerinde bulunur, hatta bunları gerçekleştirse bile
annesi iyice katı bir zırha bürünür. Kardeşleriyle de arası açıktır Ekmel
Beyin. Mutsuz bir evliliği noktalamıştır ve genç bir kızı vardır. O da onu pek
arayıp sormaz zaten. Yalnızlıkla kuşatılmıştır Ekmel Bey. Bu duyguyu biraz
olsun aşmak için günlük tutmaya başladığını öğreniriz satırlarından. Ancak bu
öyle bir defterdir ki sayfalar sona erip dolduğunda Ekmel Bey ölümü
çağıracaktır yanına; kesin karar almıştır. Yalnızlığına ortak bulmak, biraz
konuşabilmek için evini sattığına dair gazeteye bir ilan verir. İlanı okuyup
arayanlardan sadece kadın olanlara randevu verir. Burada da kadın seslerindeki
tınıya dikkat eder, ses üzerinden karakter yorumlamaya çalışır, ona göre
randevu verir kadınlara. Tek amacı biraz konuşabileceği ve dinleyebileceği bir
insan olmasıdır yanında; bir kadının şefkatine ihtiyacı vardır. Bir gün de
sesini çok beğendiği Derya’ya randevu verir. Karşılaşırlar…
Derya
da uzun süreden beri eve
kapanmış durumdadır; hiçbir güç onu bu
kapanmışlıktan kurtaramaz. Bir gün
abisinin eski sevgilisi Suzan gelerek onu yeniden yaşama
döndürmeye, evden
çıkarmaya çalışır. Yeniden abisinin sahte ve tekdüze
saatlerden oluşan aile
yaşamı içinde- bir şekilde- yer almaya çalışsa da mutlu
değildir. Derya da bir
defter tutmaya başlamıştır. Suzan, yıllar önce abisinin çok
sevdiği kızdır.
Abisine çok bağlı (ve bağımlı) olan Derya, Suzan’la
abisinin yakınlaşmasına
engel olduğunu, onları kıskandığını ve bundan duyduğu pişmanlıkları
yazar
defterine yıllar sonra. Abisi eski bir devrimcidir; tutuklu olduğu
günlerde tek
desteği Suzan’dır. Onu sabırla bekler Suzan. Ama yıllar sonra
Derya’nın canı
kadar sevdiği, mühendis abisi hem onu hem de Suzan’ı terk
ederek Türkmenistan’a
gider. Bir süre sonra Suzan’a “beni unut” diye
bir not gönderir. Yıllar geçip Türkiye’ye
döndüğünde Derya’nın hiç sevemediği
Tülay’la evlenen abisi, kendi tekdüze ve
sınırlı yaşamının içinde iki çocuğu ve karısıyla yaşar.
Derya hem mutsuz hem de
pişmanlıklarla doludur. Suzan’la abisi arasında hep bir engel
olarak
kalmasından, bu aşkı hep üç kişi olarak yaşamalarına neden
olduğundan dolayı
Suzan’a karşı derin bir mahcubiyet duygusu hisseder. Bir gün
evden çıkmaya
karar verir. İş ilanlarına bakarken satılık ev ilanı ilgisini
çeker. Telefon
ederek Ekmel Bey’den randevu alır. O da yapayalnızdır ve asıl
amacı oturup
konuşacak, içini dökecek birini aramaktır. Böylece
Ekmel Bey’in evine gider.
Karşılaşırlar…
İkisi de aslında yalnızlıktan
bunaldıklarını ve konuşacak insan aradıklarını fark edip bu gerçeği birbirlerine
itiraf ederler. Ekmel Bey’e adını Suzan olarak veren Derya, kendini Suzan’ın
yerine koyarak, onunla özdeşleşerek, olayları Suzan’ın bakışına göre anlatır
Ekmel Bey’e. Asıl hissettiklerini ya da yaşadıklarını; yani kendi gerçeğini de ayrıca
defterine yazar. Bu noktada, yazarın gerçekliğin farklı farklı algılanma
biçimlerinin olduğuna; mutlak gerçek kavramının bir yanılsamadan başka bir şey
olmadığına dair sezdirimleriyle yeniden karşılaşıyoruz. Ekmel Bey de geçmişte
yaşadıklarını sık sık farklı biçimde anlatır Derya’ya; o da kendi hikâyesini
kurmak için kendi gerçeğini yaratmaya çalışır aslında. Birbirlerine
anlattıklarını deftere yazarak birbirlerini aynalar öykü kişileri. Böylece,
birçok hikâye iç içe geçer. Anlatı sarmalanır. Derya’nın, Ekmel Bey’in,
Suzan’ın hikâyeleri bir aradadır; kendi anlattıklarıyla yaşadıklarının
çelişkisinden yeni yeni hikâyeler doğar…
Günlüklerde öykü kişilerinin
geçmiş yaşantılarına dönüş yaptıkları, anımsamalarla geriye dönüp olayları
anlattıkları görülüyor. Bu olayların anlatımı neredeyse bir ömrü kapsamaktadır;
kişiler geçmişi sorgular, kendileriyle yüzleşirler. Her defter birer iç
yolculuklar defteridir. Geniş bir zaman dilimini kapsadığı için Suzan Defter’in uzun öykü ya da novella
niteliği taşıdığını vurgulamak gerekir. Bu öyküde biçimsel ayrıksılığın
içeriğin bir gereği olduğunu; bir yandan da bu biçimsel ayrıksılığın içeriği
belirlediğini; sonuçta yazarın içerik ve biçim arasındaki diyalektiği çok iyi
gözettiğini belirtebiliriz. Yaşamdan kopuk olmayan, yaşamdan beslenen ama
“tecrit olmuş” ya da kendileri kıyıya çekilmiş kişilerin kurmacalar üreten
dünyasıyla yarı-fantastik nitelikler taşıyan bir yapıt Suzan Defter.
Bu öyküde her iki öykü kişisinin ortak yönleri yalnızlık ve sevgiye
muhtaç olma yaşantılarıdır. Çevreleri iyice boşalmıştır; kendileri de topluma
uzak kalmayı yeğlemişlerdir. Her ikisi de geçmiş karşısında pişmanlık ve acı
duyarlar. Her ikisi de agorafobik’tir. Dışarıya çıkma korkusu hastalıklı bir
biçimde yansır öykü kişilerine. Hayattan, dış dünyadan korkar bu kişiler, çünkü
hayat onları sürekli incitmiştir. Her ikisi için ev rahimdir. Şefkatli, sevecen
bir biçimde sarar, esirger onları. O nedenle ev güvenlidir; dışarısının
kötülükleri eve giremez. Acıtan dış gerçekler ulaşamaz. Ana olayın ev
ortamlarında geçmesi, yazarın öykü kişilerine uygun, kapalı ve dar mekâna bu
öyküde özel bir önem vermesinden kaynaklanır. Düşsel bir rahim içinde hareket
eder öykü kişileri; ama bu şefkat algılaması ne yazık ki bir yanılsamadır
yalınızca. Derya’nın, çocukken annesini kaybetmesi onu sevgisiz bir dünyada
bırakır. Babaannesinin elleri soğuktur, sevgi bulamaz o ellerde. Baba karanlık
işlerle uğraşır, sadece bol para verir; eve de pek uğramaz. Bütün sevgiyi
abisinde bulmak ister Derya. Suzan’ı da o nedenle çok kıskanır; abisi, kendi ve Suzan hep bir aradadırlar
gençlik günlerinde. Ekmel Bey de sevgisiz ve soğuk annesinin yarattığı
gerginlik dolu bir ortamda büyür. O da annesizdir bir bakıma. “Annemin bağrını tanımadım desem yeridir.”
der. (s:176) Her iki öykü kişisinin kendilerini eve kapatmaları; evi rahim
olarak görmeleri, çocukluktan taşıdıkları bu travma nedeniyledir. Ayfer Tunç,
ev konusundaki düşüncelerini şöyle dile getiriyor: “Ev fikri rahimdir. Zaten bizim aldığımız ilk yara, depremden sonra
evlerimizin yıkılmasıyla oldu. Gene rahim olacak. Çünkü insan her zaman bir
rahim arar. O, annemizin güvenliğine dönmektir. Depremde eğer rahimler
parçalanmasaydı bu kadar ağır bir depresyon yaşamazdık. Ağır depresyonun
altında aslında kendimizi iyi hissettiğimiz rahmin kayboluşu yatıyor. Çok büyük
bir sarsıntı bu. İlk gerçek huzur, annemizin karnındaydı. O imgenin devamıdır
birçok imgenin varlığı.” (5) Yine, yazarın belirttiğine göre, Taş-Kâğıt-Makas,
yoğun Max Frisch ve Freud okumalarından sonra çıkan bir kitaptır. Dolayısıyla Suzan Defter
de bu yoğun psikoloji okumalarının
özümsenmiş ve öyküye dönüşmüş halini
içerir. Ev içinden Ekmel Bey şöyle söz
eder: “İçeride ise başka bir zaman vardı,
kalp atışlarımıza ayarlı.” (s:182) Bu söz soyut anlamıyla sevgiyi, somut
anlamıyla rahmi çağrıştırmaktadır. Başka bir yerde de şöyle der: “Yeniden annemin rahmine-evine- geldim. Ama
baktım ki olmuyor; doku tutmuyor artık.”(s: 177) Sonuçta, Ayfer Tunç, bu
öyküsünde de kendisinden bağımsızlaşmış, birey olmanın zorlu sancılarını çeken
karakterleri ustalıkla yaratmıştır.
Ayfer Tunç, Suzan Defter’de
mekânla kişi arasındaki sancılı, gerilimli ilişkinin altını çok iyi çizer. Ekmel’in anlatımına göre, karşı kutbunu bulmamış
bir aşk dolaşır baba evinde. Bu aşk öfke acı ve kin olarak dolanır eşyaların
arasında, duygular eşyaya sirayet eder. Abajurlar çarpar, bardaklar çatlar, duvardaki
çiviler yerinden oynar. Babası evden uzaklaşıp bir yolculuğa çıkınca evdeki
eşyanın öfkesi yatışır. Ekmel’e göre aşk olmayan evde eşyanın ruhu da yok
oluyor, bir parfüm gibi azalıp buharlaşıyor, yok oluyor. Geriye maddenin sert
anlamı kalıyor. Kendi gibi tek başına yaşayan bir adamın evindeyse eşya evin
efendisi oluyor, musluklar bozuluyor, koltuklar giderek küçülüyor. Eşya
yalnızlıkta çok ses veriyor.(s:126) Çünkü artık doku uymamaktadır... Başka bir
yerde de mekân şöyle anlatılır: “Salonda
iki takım koltuk vardı. Eşyası epeyce eski, perdeler kadife, yemek masası
büyük, ceviz. Evde ağır hayatlar yaşanmış olduğunu hissettirerek gözdağı
veriyor her şey.” (s:105)
Suzan Defter’de dil ve üslupla ilgili
pek çok özellik dikkat çekiyor. Her şeyden önce günlüklerin arasında düş gibi
dolanan Suzan’ın adı bilinçle seçilmiştir. Suzan; eski dilde ‘yanan’ anlamına
gelir. Suzan Defter, Yanan Defter’dir.
Sonuçtaki derin bir hüsran, defterlerin, güncelerin yanması metaforuyla
anlatılır. Yanmak; hem dile getirilememiş, için için yaşanan sevgileri, hem de
boşa giden umutlar ve kırılan düşleri temsil etmektedir. Her iki defter de
‘suzan defter’dir; çünkü kişilerin kaçamadıkları geçmişleri, pişmanlık ve
kırgınlıklarını taşır içinde. Keder, hüzün ve yeterince yaşanamayan aşklar
‘suzan defter’ leri oluştururlar.
Sonuçta öykü kişilerinin karşılıklı sohbete dayalı dostlukları biter;
böylece defterleri de bir anlamda bitmiş olur.
Derya ve Ekmel Bey, kendi koşullarına teslim olurlar. Derya, abisinin ve
hanımının tekdüze yaşamına ayak uydurmaya çalışır; Ekmel Bey ise defter
bittiğinde yaşamına son verme konusunda kendisine verdiği sözü anımsar… Ucu
teslimiyete açılır öykünün; kişiler ya koşullara teslim olurlar ya da ölüme.
Çünkü her ikisi de çaresizdirler…
Öykünün ekseninde ‘yanmak’ olsa da yoğun ‘keder’ bütün defterleri
(yaşamı) kaplamış durumdadır. Kederin öyküsü de diyebiliriz Suzan Defter’e; yakıcı kederin öyküsü. Şöyle
tanımlar Ekmel Bey: “Keder ağırbaşlı bir ruh hâli. Ne bileyim, sanki hayatla konuşma
fırsatı. Yaa hayat, işte sonunda beni de bu hale getirdin. Eserinle övün şimdi.”(s:174)
‘Yanmak’ da üç ayrı sayfada birbirini tamamlayan sözlerdedir: “ Suzan
Hanım, ‘ayrılmak, gidenin, kalanın kucağında bir kucak kor bırakmasıdır, yanar
durursunuz kül olana kadar’ dedi.” (s:136) “… Kaç kişi böylesine sevebilmiştir dünyada?” “Ama kucağında bir kucak
korla kalan siz olmuşsunuz. “ İyi ya, boş değildi kucağım.” “Ama yandınız kül
oldunuz.” “Ama vardım, kül bunun kanıtı” (s:168) “… külün bir geçmişi var, bir
zamanlar ateşmiş hiç olmazsa”(s:170)
Suzan Defter,
Ayfer Tunç’un yazarlık
yaşamında dönüm noktasını oluşturan önemli bir
öykü. İçerdiği anlam katmanları
çözüldükçe ve farklı okuma
biçimleriyle yeni dönüştürümlere
açıldıkça
zenginleşen ve okurda anlamı çoğalan sağlam, yaratıcı, duygu
dolu bir metin. Suzan Defter’den, kahramanın
psikolojisini taşıyan, ritmi bozulan, satırlarından zehirli bir şeyler sızan bir
cümle ile noktayı koyalım şimdilik: “Yıllar
boyu yanmaktansa için için, boş odalarla dolu bir evde boşluk büyütmektense;
ipin üstünde yürümekten başka NEDİR BİR HAYAT?”(s:136)
(1) Semih Gümüş, “Eleştirinin Sis
Çanı”, s.39.
(2) Ayfer Tunç, “Taş-Kâğıt-Makas”,
öyküler, Can Y., 2005.
(3) www.ayfertunc.com
(4) “Ayfer Tunç’la Söyleşi”,
Milliyet Sanat, Kasım 2003
(5) agy.