... Ölmeseydi

                  




... Ölmeseydi
 - Anlatı

H@vuz Yayınları
D-Messel/ Eylül 2008
ISBN 978-3-9812170-2-5
230 sayfa/ 10.00 €






İnsanın ayağı kaç  defa takılır aynı acıya?


Elvedasız kayıplar arasında ellerim dopdolu. İçimdeki taş plakta kimseye söyleyemediğim ama iliklerime kadar hissettiğim şarkılar çalmakta.

Ölüm, tren raylarından geçiyor şimdilerde. Yaşamı seviyordum. Zehir tadımı; umut kıvılcımlarıyla tutuşturan anılarımı, anlatmaya cesaret edemediğim geçmişimi soluyordum. Ağız dolusu kusarken öfkemi, kahkahalara boyuyordum geçmişi.

Her şey soğudu, küresel ısınmaya karşın... Savaşların, çekişmelerin soğuğu yakıyor dünyamızı.

Perdeyi açıp ay ışığını içeri davet edecektim ki, vazgeçtim.

Seni hiç sevmedim mavi gökyüzümü çalan gece.


                                                                   Nesrin Özyaycı       



 

ÖLMESEYDİ


Televizyon’da günlerdir aynı haber;  “Ramazan Bayramında pasaportsuz Türkiye’ye gelen Suriyeliler şimdi  Kurban Bayramı dolayısıyla Türk vatandaşlarını pasaportsuz  olarak Suriye’ye bekliyorlar”
 
“Özledim... İzini  bir bulabilsem,  sarılsam boynuna. Vefasız dünya...”  diye söyleniyordu Güley.
Gelinlik yaşındaki kızı Elif’le birlikte  Öncü Pınar Gümrük kapısındaydılar. Kızından başka da kimsesi yoktu.  Karşıdan gelen kır saçlı soluk benizli adamla,  yılların gölgesinde buluştular. Kadının aklı eskilere gitti. Heyecanlıydı: 
“Bu oğlanla evlenirsen seni evlatlıktan silerim Güley...”
“Ölürüm de Süleyman’dan başkasıyla evlenmem...”
“Getirsin öyleyse başlık parasını saysın avucuma...”
         
Süleyman, kahvelerde çay dağıtarak başlık parasını biriktiremeyeceğini anlayınca karanlık gecelerde, mayınların arasında  pasaportsuz kara trenlerle Kargamış’ a gidip geliyordu. Getirdiği kaçak malları anasına teslim ederdi. Kürt Haney siyah ipekli çarşafının altında sakladığı mallarla, ev ev dolaşır; eşe dosta övgüyle satardı.
Bize her uğrayışında
“Hele kızım bir fincan kahve yapsana? Yanında da bir bardak soğuk su...” Tabakasında sarılı, kız saçı, ince kıyılmış kaçak tütünü tellendirirdi. Başlık parası için akşama kadar uğraşır dururdu bu yaşta; 
Bayılırdım ağzından dökülen sözcüklere.
 “Bak kızım şu yavru ağzı saten... Nasıl da güzel olur yorgan yüzüne değil mi?”
Deli pembe şifon gecelik için...       “Nasıl da yakışır sana?”
Teyzeme sattığı;  Kahveci Güzeli, Saraydan Kız Kaçırma desenli duvar halılarına, baka baka teyzemin evinde uyumayı severdim uzun kış gecelerinde... O tombul, süslü kadınları seyretmeye doyamazdım. Bir süre sonra sanki ben olurdum halıdaki kadınlardan biri. Beyaz atlı prensle uyuyakalırdım.
Süleyman’ın, taşıdığı kaçak malları bir gören bir daha göremezdi. Her defasında farklı mallar getirirdi. Haney oğluna çok düşkündü, kıyamazdı ama çaresizlik vardı işin içinde. Bazen kendisi giderdi sınıra.
Kış kapıya dayanmıştı. Kasımla başlayan dondurucu hava ortalığı kasıp kavuruyordu. Bütün yollar kapandı. Babam işe gidemedi. Bir adam boyunu geçen kar; yaşamı iyice durdurmuş, günlerce elektrikler kesilmişti.  Annem büyük leğende mayaladığı hamuru kuzinede günlerce ekmek yapıp yedirdi bize. Fırat’tan taşan sularla büyük balıklar karaya vurmuş, kahvelerde kilo kilo satılmıştı.
Övünmeyi seven bitişik komşumuz Fadile Teyze, sokağa açılan küçücük briket boşluğunu andıran “konuşma”  penceresinden, kara kışa aldırmadan anneme saatlerce balığı nasıl kızarttığını anlatıyordu. 
Annemin ayağının dibine çömelmiş, merakla onları dinlerken gözüm merdivenlerden aşağıya takıldı. Sokak kapısının önünde Mustafa Amca'nın, babamla hararetli konuşmalarına kulak kabarttım.  Merdivenleri usul usul indim. Duyduklarıma inanamadım!
“Halil Usta, bu kızı doğrarım da vermem Süleyman’a...”
 “Niçin Mustafa Ağa?”
“Çünkü o itin kazancı helal değil. Diş tırnak, çalışıp besledim çocuklarımı. Kursaklarına haram giremedi.”
Ne acımasız adamdı öyle!  Babamın ona karşı çıkmamasını da yadırgamıştım doğrusu.
          


Zemheri bir akşam ayazıydı.  Okuldan eve döndüğümde morarmış parmaklarımı soba borusuna dokunarak ısıtırken; birden annemin kapıya seğirttiğini gördüm. Dışarıdan kesik kesik ağıt sesleri geliyordu... 
“Oğlum gitti...”
“Duyun komşular...”
“Mustafa alçağı bayram etsin...”
Kürtçe ağıtlar geliyordu sokaktan. Haney Teyzenin sesiydi. Annem soluğu dışarıda almıştı. Biz de ardından koştuk. Kendini yerden yere atan eli yüzü dövmeli teyzem, bordo poşusundan dağılmış kınalı saçlarıyla yerde baygınlık geçiriyordu. Üzerinde eteği çiçekli, işli,  siyah kadife renkli elbisesi vardı…
Eve döndüğümde babam radyonun sesini iyice açmış, pür dikkat dinliyordu.  Sunucu ilgisizce anlatıyordu. Akşam yedi haberleri...
“Sınırda kaçakçılarla askerler arasında çatışma oldu... Kimliği bilinmeyen, bir kaçakçı öldü...”
“Abla... Yoksa ölen, Güley ablamın sevdiği adam mı?”
Ablama anlamsızca başını salladı... Kavrayamamıştım. 
Annem telaşla içeri girdi.
“Hadi yavrum, bana yardım et. Açlardır… Gece hiç uyumamışlar…”
Tel dolaptan havuçlu Özbek pilavını, sofraya sarılmış pide ekmeği, geceden mayalanmış bir satıl yoğurdu alıp Haney Teyzemin evine gittik. Beni yanına çağırdı. Sarıldı. Saçlarımı sıvazladı. Gülen gözleri çökmüş, başındaki poşusunun rengi değişmişti. Siyah bağlanmıştı. Ağlıyordu.
“Gitti kızım gitti... Bu Haney Teyzen öldü artık. Süleyman’ı vurdular haberin ola! Güley de evden kaçmış? Başını alıp gitmiş...”        
“Öldürdü babası ikisini de. Bayram etsin artık it oğlu it...” deyip başı düştü, dişleri kitlendi. Konu komşu çaput yakıp, koklattılar. Ayıldı. Kendine gelir gibi oldu.
          






O kış bizim mahallede zehir geçti. Bahar erken tomurcuklandı. Ne Güley Abla döndü, ne de

Süleyman Ağabeyin cenazesi geldi mahallemize. Günü solmuş Haney ortalarda görünmez olmuştu.  
Sabahın kuşluk vaktiydi. Kapı vuruluyordu  “çat çat”...  Annem yataktan sıçradı.
“Hayırdır inşallah... Sabahın bu saatinde... Kim o?” 
Yorganın arasından öylesine bakışıyorduk.
Annem şaşkın kapıya seğirtti. İçeriye saçları uzamış bir genç adam ve göğsünde kundaklı bebeğiyle bir kadın girdi. Ablam yataktan ok gibi fırladı.
Güley Ablamdı gelen. Süslenmiş püslenmiş, bordo kadifesinin alı yüzüne vurmuştu. Suriye kremlerinden sürünmüş, taş bebek gibiydi. Süleyman Ağabeyimin ardına düşüp bize gelmişti. Hayret!  Rüyamıydı yoksa!
Babamın yüzü sapsarı geçmiş, soluğu kesilmişti.
“Hoş geldin Süleyman’ım!” deyip sarmaş dolaş oldular.
Annem şaşkın, heyecanla,
“Nereden çıktınız böyle?”
“Zor yaşadık ağabey. Zehirdi günler.” Yutkunarak anlatmaya çalışıyordu.
“Güley’le ben deliler gibi sevdalıydık birbirimize, biliyordunuz. Sonunda  asker arkadaşım Cemil’in sınırdaki evinde kavuştuk birbirimize. Mutluyduk.  Saklandık durduk onun bunun evinde. Bir de kızımız oldu.  Uzun süre kaçamadık jandarmadan, polisten.”
                
“Anam nasıl Halil Ağabey?
“Sen sağ ol...”
Ortalık birden buza kesmişti.
“Allah ufaklığa versin ömrünü...”
“Adı ne ?”
“Elif...”
“Kaç aylık?”
“Yirmisi çıkmadı daha”
“Nazar değmez inşallah... Haney de görmeliydi ah ah!”
Annem ayağa kalktı, usulca yüklüğe doğru yürüdü. 
“Al şu muskayı da çocuğun omzuna dik, iki de üzerlik sonra atarız...”
“Sağ olasın!”       
Nazarlığı bebeğin omzuna iğneledi.
“Babam nasıl abla? Duymaz değil mi geldiğimi?”
“Duymaz. Sen sağ ol... Dayanamadı olanlara...”
Sürmeli siyah kirpiklerinden dökülen yaşlar kara üzüm gözlerini bir anda siyaha boyamıştı. Hıçkırarak  ağlıyordu.
Sarıldık. Ağlaştık.
Ortalık dinginleşti. Babam kardeşlerime,
“Hadi çocuklar. Uyanın. Bakın umulmadık misafirlerimiz gelmiş.” dedi. Babamın düğünü bayramıydı sanki!
          
     



“İşte dünyanın hali. Ciğerlerim çok kötü. İnce ağrı dediler. Kötü hastalık. Bilirsin. Evlenince iyice azdı yaralar. Ölmeden gelmek istedim buralara. Kargamış’ta ev tuttuk. Arada gidip boncuk,
pul getiriyorum. Arkadaşlarıma satıyorum sağ olsunlar. Ev kadınları para kazanmak için barlardaki şarkıcıların kıyafetlerine işliyorlarmış. Aslında bu iş öldü. Kaçakçılıkta para yok! Silahta, eroinde iyi para varmış. Onlar da malum, sermaye işi. Nerede bende o kadar para pul?” 
“Bırak bu işleri oğlum. Sen gel buralara. Dön. Kahvede eski işine devam et...”
“Gücüm yok ağabey. Kahvede dumanlarda hiç çalışamam. Ayrıca benim öyle yerlerde çalışmam doğru olmaz. Malum, hem aranıyorum hem de bu lanet hastalık bulaşıcı, biliyorsun.”
“Bize helal para gerek oğlum. Ne yapacaksın boncuğu cıncığı? Sıcak aşını ye keyfine bak. Dünya üç günlük... Gerisi... Boş...”
Güley ablam rahatlamıştı.  Birden söze karıştı.
“Haklı söylüyor Halil Ağabeyim. Babam ölmüş kim karışabilir bize artık? Ben çalışırım. Bir odalı ev neyimize yetmez? Evde iş işlerim, fıstık kırarım olur biter...”    
Babamın aklı yatmıştı. Başını salladıktan sonra seslendi.
“Hadi kalkın yataktan artık. Hanımmm!...  Şöyle sahanda yağda bir yumurta yapsan. Yanına, yeşil zeytinle fokur fokur da çay nasıl ısıtır içimizi sabah sabah. Soba ateşli daha. İki odun atalım sönmeden. Bırak be oğlum. Nenize gerek çini çanak? Olmaz olsun yavruağzı yorgan yüzü... Çit basma bize çok bile.”
Kapı vuruluyordu. Alacaklı gelmişti sanki! Soluksuz bakıştılar. Babam kapıya seğirtti, jandarmalar gelmişti. İçeri daldılar.  Süleyman’ın yüzü çaput gibi geçti. Ayağa kalktı. Soluksuz kalmıştı. Bileklerini uzattı. Bu kaçıncı kelepçeydi?
Elif bebek katıla katıla ağlıyordu. Yüzü morardı. Kadıncağız arkasını döndü, kucağına yatırdığı bebeğine sağ eliyle memesini verdi. Memenin ucunu bir türlü bulamadı yavrucağız. Sütü kesilmişti. Annem sitemle eğildi yardım etti.
“Ne yapalım şeriatın kestiği parmak acımaz...”
“Ağulu süt zararlı ama... Belli ki çekecek çilesi var bu yavrunun da?”
Jandarmaların arasında giden Süleyman ağabeye bakakaldık.  Göz yaşları dinmek bilmiyordu.
“Haney ölmeseydi!”
“Ne eder ne eder göndermezdi oğlunu.”
Babam söyleniyordu. Ceketinin iç cebinden tabakasını çıkardı; kapağını açtı, sarılı tütünden bir tanesini diliyle yaladı, yaktı. Derin bir nefes çekti.  Evimizin arka odasındaki pencereye koşmuştuk:
Süleyman ağabey jandarmaların arasında, jeepe bindi. Donmuş gözleriyle bize bakıyordu. Hüzünle bakıştık.
             
Vakitsiz bir ezan okuyordu dışarıda.
Sala veriliyordu...
Ölen Kimdi?
Kimlerdi?

 

 

  
 Nesrin Özyaycı