Otos Bey'in Karısı Hindistan'daydı

                  

23 gün önce 

Otos Bey iş yerindeki odasının karıştırıldığından kuşkulanıyordu. Böyle başladı her şey. Antika halıya takılmasaydı, altındaki sarımsı kaygan lekeyi görmemiş olacaktı ve odaya girip çıkanla ilgili, yalnızca uykusunu kaçıracaktı. Oysa durum çok başka yaşandı. 

Temizlikçi kadını çağırmış, bunun ne zaman olduğunu, niçin pis bıraktığını sormuştu. Sakine, dehşet içinde; “Ben elleyemem, (e harfleri gereğinden fazla kullanılmıştı) domuz yağı o, hafazanallah kötülüğü bana da bulaşır!” diye gözlerini pörtletmişti. 

[Tıpkı sabahtan kulağımı kapıya dayayıp içeriyi dinlerken pörtlettiğim gibi. E, temizlik yapacaktım ve kapı kapalıydı. Kilitliydi üstelik. Bu alışıldık değildi. Odaların açık bırakılması istenir. Fa’ari bey hep kilitlerdi de sonra neler oldu! Sıkışmış olabileceğini düşündüğümden zorladım azıcık. Uğraşırken, kapının altından sızan lekeyi gördüm. Ne dökülmüş acaba, leke ilacı alıp geleyim, diye düşündüm. Hem de Sosyal İşler Şefine haber vermeye karar verdim. Çünkü bu adam tuhaftır biliyor musunuz? İşkillidir. Telefonun üzerinde siyah renkli bir ip parçası vardı sen mi aldın, diye sorar durup dururken, ne diyeceğimi bilemem.]

“Saçmalama!” diye bağırmıştı Otos Bey, sesinin bu kadar yüksek çıkmasına kendi de şaşarak.
“Yerinizde olsam” demişti Sakine, “Odamdaki eşyaları bir bir arardım. (Bir sözcüğünü öylesine uzatarak söylemişti ki bundan binler anlamı çıkarılması gerekiyordu kaçınılmaz olarak.) “ Domuz yağı bu, illâ ki muskası vardır!”
Otos Bey’in ensesindeki tüyler derisine batmış yine de alayla kaşlarını kaldırıp konuşabilmişti: “Nereye bakmam gerekiyor?”
Gözler, çerçevelerin arkasından, koltukların dikiş yerlerini, çekmece ve kitap içlerini, hatta saksıdaki toprağı işaret etmişti.
Adam, kulağının arkasını kaşımıştı; “Delirmişsin.”
“Olabilir,” demişti kadın, “Sizin durumunuz benden kötü ama. Bilmiş olun.” 

[Saat 10.30 sularıydı. Otos Bey’in dün gece eve gelmediğini (dedikoduya neden olmasın diye) bana telefon edip sorduklarında gizledim,evet, içimden öyle geldi. Evde uyuduğunu, rahatsız edilmeyi istemediği söyledim. E, şey yani ben onun yine uygunsuz bir şey yapmış olabileceğini düşündüm. Erkek haber vermeksizin evine gitmiyorsa eğer… Karısı Hindistan’daydı, bunu herkes biliyordu. Sonra metresi olduğunu da bilmeyen kalmamıştı. Efendime söyleyeyim; geçenlerde oğlu iş yerindeki dolabında kondomlar bulmuştu da kıyamet kopmuştu. Benden çıkmasın diye düşündüm. Bunca yıldır evlerinde hizmetçilik yapıyorum. Aman, aman al başına belayı sonra…]

22 gün önce 

Muska çok az kullanılan çekmecelerden birinde,  o eski gözlük kılıfındaydı. Rulo şeklinde balmumuna, onu açınca yedi kat hayvan bağırsağına sarılmıştı. Arapça siyah mürekkeple yazılmış yazılar ve işaretlerle dolu kâğıdı can havliyle lavaboda yakmıştı.

“Na’aptınız, na’aptınıııız?” dedi Sakine kulaklarına inanamayarak. Başka laf çıkmadı ağzından. Bir muskayı atmak-olmaz ya- ama yakmak için kişinin canına susamış olması gerekti.

[Tüm odaların yedek anahtarının dolabında da Otos Bey’in anahtarının bulunmayışı üzerinde fazla durulmaksızın çilingir çağırdım. Tabi evine telefon ettik önceden, hizmetçi çıktı, odasında uyuduğunu söyledi. O yüzden yani… Bu arada leke, meraklı bakışlarımız önünde giderek büyüdü ama ne olduğu anlaşılamadı. Mazot falan -ne arayacaksa içeride, âlem adam şu bizim Sosyal İşler Şefi de yahu- olabilir diye sigara ve ateş uzak tutuldu…]

21 gün önce 

Otos Bey, odasındaki “areka chamaedorea” saksısında gömülü mum bebeği bulmuştu.
Ertesi gün. Bitkinin neden Türkçe adı olmadığını düşünüp üstündeki etiketten sözcüğü okumaya çalışırken, dibini eşelemişti. Erimeye başlamış, boynuna on iki numara bisturi bıçağı saplanmış bebeğe şaşkınlıkla baka kalmışken Tuğçe odaya girmiş, kendini tutamayıp çığlığı basmıştı. Elbette bu arada Otos Bey’in odasında domuz yağı, muska bulunduğunu bilmeyen kalmamıştı.
“Aman Otos Bey o büyü ile ne yapıyorsunuz?” Eliyle göğsünü bastırmış, ters tuttuğu kalemden gömleğine yayılan mürekkep lekesini hiç fark etmemişti. “Hiii, bu sizin suretiniz ayol!”
“Nas-nasıl yani?” 

[O gün odasına girmiş tabi. Kayıtlarda bu varmış. Öyle söylediler. Ben de her sabah içtiği bitki çayını masasına bıraktım. Hayır, o sırada odasında değildi. Bilmiyorum. Yani onu çayını bırakırken görmüş değilim. Seslenmedim hayır. Sabah sabah her yaptığıma kusur bulunması sinirimi bozuyor. Siz olsanız dayanabilir misiniz? Ben otelcilik okulunu bitirdim, öyle kıraathanede yetişmiş garson değilim yani.]

20 gün önce 

Otos Bey, hemen o gün, odasına kimin girip çıktığını ama özellikle bu muska ve domuz yağı sorumlusunu bulma kararıyla, gizli kamera koydurdu. Düzenli olarak kayıtları gözden geçirmeye başladı.  Canlı ya da eterik bir yaratık arıyordu. Günler boyunca tık çıkmadı. Sonra beklenmedik bir anda, kamera kayıtlarında hafif karıncalanma, küçük üç beş kıpırtı… 

    - Yok çizikler… Ha bir de ayak sesleri fark ettim.

Yalnız irkiltici olan, merceğin, tüm odayı, Otos Bey’in koltuğunun açısından kaydedecek biçimde yer değiştirmiş olmasıydı. Öyle ki izlerken bedenini kılıf, kamerayı da bunun içine girmiş bir çift göz olarak algılıyordu. 

    - İnanır mısın ayak sesleri nereden geliyor diye merak eder etmez, kamera               sağa ve sola dönmüştü tam da o sırada. Görünürde hiçbir şey yoktu oysa.

Görünürde hiçbir şey olmadığı gibi odadaki eşyalar kuşku uyandıracak kadar dingin görünüyordu.  Apansız olmadık bir kuytudan bir cin fırlayacaktı sanki.

[Hayır, kimsenin onun yanına uğradığını sanmıyorum. Oranın eskiden Fa’ari Bey’in odası olduğu söylendi mi size? Zorunlu kalmadıkça –nasıl desem- uzak durmayı yeğlerler… Odasından çıkmaması günün piyangosuydu. Evet, birkaç kez telefonla aradım cevap alamadım ama yani ne bileyim, yerinde olmayan her insan için santral başından kalkıp telefona niçin cevap vermiyorsun diyemem ya. Hele Otos Bey’e Tanrı korusun!]

Kıpırtısız olması gereken kamera, koltuktan yavaşça doğrulan bir insanın açısıyla yükseldi. Odada dolaşıp, kapıyı yavaşça aralayarak koridora baktı. Otos Bey’in kalp atışları hızlandı. Çünkü dehşetle kameranın aslında kendi göz algısı olduğunu fark etti.

     - Tam da domuz yağı mı ne zımbırtıysa, onu bulduğum günkü gibi!  Her şeyi tüm        ayrıntısıyla anımsıyor ve aynı duyguları yeniden yaşıyordum!

Odaya girişi, ayağının halıya takılışı, kıvrılan halı, görülen leke… 

      - Boynumu hafifçe Allah Allah dercesine büküşüm, o sırada görüntülerin biraz             açılanması, masaya yürüyüşüm, az daha gözüme girecek olan areka bilmem           nenin yaprakları…
 
Bitkinin yaprakları kameraya çarpmıştı.(Yüzüne çarpar gibi!) Koltuğuna oturmuşken ayağa kalkmıştı tekrar, çünkü karşısındaki çekmecelerden birinin aralık olduğunu görmüştü.  

       - Bu olaylar aynı gün değil, gün aşırı olmuştu aslında ama garip bir kurgulama            söz konusuydu olayları peş peşe izliyordum.         

Kamera çekmeceye giderken merceğe yaprak yine çarpmış, bu arada sehpanın üstündeki dergileri görüntülemişti. 

       - Anımsıyorum, kırmızı dudaklı o kapak kızı, derginin kapağında…

Görüntü, eğilmiş insanın görüş açısından, çekmecenin içine, sonra karşı duvara yönelmişti. 

      - Çekmecenin dibini yoklarken nasıl baktıysam öyle; duvardaki postere, sonra            eğilip çekmecenin içine. Bir şey görememiştim karanlıktı.  

Ekran da karardı. Kamera yükseldi. Bu kere pencereye doğru yönelmiş, dışarıyı görüntülemişti; tül perde, camdaki yağmur lekesi, bitişik binanın kırık kiremitleri… 

       - Kiremitlerin üzerinde ayaklarının ıslanmasından korkarak yürüyen kedi. Onun            kulakları üstündeki akasya yapraklarının dalgalanışı, dalların arasına sıkışmış              uzaktaki binaları ve şehrin tüten hayaletini. 

[Ben nereden bileceğim? Odasından çıkıp çıkmadığını denetlemek benim işim değil. 16 vardiyası giriş çıkış formları Personel Şefine teslim edilmişti, ben geldiğimde... Valla bu konuda çok titizlik gösteriliyor. İşi biten güvenlik görevlisi Personel Şefine formları teslim eder öyle çıkar. Ortalıkta kalması sorun yaratıyor diyorlar. İnsanların fabrikada var olup olmadığını tekrardan sayacak halimiz yok. Ben ne bileyim, kuralı ben koymuş değilim ki. Hayır, Fahri Ala kimlik bilgilerini ben yazmış değilim. Bu isimde personelimiz de yok. Misafir diyeceğim ama o saatte paydostan sonra yani, misafir falan olmaz. Ben geçen hafta işbaşı yaptım. Güvenlik şefine sormalısınız. Bir Fahri’den söz edildiğini duydum, Fa-ari diye söz ediyorlar,  geçen yıl üst katta tatsız bir olay yaşanmış. Bunun konumuzla ilgisi yok tabii.]

Bugün 

Kamera, kapıyı gösterecek şekilde; Otos Bey koltukta otururken nasılsa öyle kayıt yapıyordu. Hoparlörden korku filmlerinde kullanılan türden hafifçe yankılı ayak sesi duyuluyordu 

        - Kahretsin, kamera dönmüyor,kapıyı gözetlemekte ısrar                   ediyordu.. Ne var ki kapıda? Biri beklenircesine gözünü                   kırpmadan.

Oysa girecek olan çoktan yerini almış, sezgiyle algılanıp gözdağı verecek biçimde ortalıkta dolanıyordu!

        - Ne ol… Yalnızca… Rüzgârını mı desem, kokusunu mu, öyle bir duyum

Garip, o güne değin bilinmedik bir koku vardı da sanki insanın burnu korkuyordu. Ekrandan izleyince, anımsıyordu. Belki sesler konusunda da yanılıyordu. Sesler hoparlörden değil belleğinden geliyordu da… Durup dururken ekranın üst kısmı karardı; Otos Bey içgüdüsel olarak ellerini gözlerine götürdü; sanki gözlerinde siyah bir örtü...

       - Ah hayır, gözlerim değildi! 

Kumandayı karıştırdı, görüntüde değişme olmadı. Kumaşın altındaki ince ışık çizgisi kadar yerden bir çift ayakkabı ekrana… 

       - Ya da kameraya, ya da bana doğru geldi!

Hem kadınların hem erkeklerin giydiği türden botlardı ve büyüklüğünden de cinsiyetini kestirmek olası değildi. 

      - Hem cinsiyetinin de önemi yoktu ki, ha kadın ha erkek…

Korkuyordu. Deri botlar hemen önünde duruverdiğinde Otos Bey titredi, hafifçe öne; parmak ucuna doğru esnetmişlerdi görünmeyen gövdeyi. O şey adama yaklaşıp uzaklaş… 

[24 vardiya kayıtlarında da göze çarpacak bir şey yoktu. Servisler her zamanki gibi gelmiş, boşalmış, insanlar kart basmış içeridekilerle dışarıdakiler yer değiştirmiş, çalışma sürmüştü. Hayır, hiçbir sorun gözükmüyordu. 24 deki nöbetimi devraldım, binanın gezilecek noktalarını da düzenli olarak gezdim. İşte denetlemeye ilişkin cihaz kayıtları. Hayır, Otos Bey’in odasının yakınından geçmiş değilim, o kata çıkmıyoruz, çünkü saat 18’de katın tamamı kilitleniyor. Fahri Ala saldırıya uğradığından beri böyle…Otos Bey’in arabası otoparkta yoktu, odasında da olmaması gerekiyordu, yürüyerek gidecek hali yok ya. Hayır, arabanın çıkış kaydı da yoktu listede. Şimdi ben adamın fabrikada olduğunu bilmiyorum ki gidip gitmediğini bileyim efendim.] 

İrkildi-belki öngörü-bir tür savunma güdüsü mü demeli? Ama kıpırdayabildiği söylenemez, çünkü kaşla göz arasında bir sürtme sesi duydu. O dakika ekrandaki görüntü seğirmiş, doğal olmayan bir biçimde çarpılmıştı. Elektrik kesilmişcesine apansız kararıp ortasına beyaz bir nokta gömülüverdi!

İşte tam da o sırada Fa-ari Bey girdi kapıdan. Üstü başı biraz pasaklı, tozlu hatta… 

        -Allah Allah neden bu garip giysi var üzerinde Fa-ari Bey? Gecelik midir nedir?            Nereden geliyorsun? Beyaz desem değil, böyle bir erkek giysisi de hiç görmüş          değilim.

Fa-ari Bey, Otos Bey’in bölük pörçük anlatmaya çalıştığı olan biteni sabırla dinledi, sonra ;                                          

        - Otos Bey artık buradan gitmelisiniz, dedi hafifçe. 

 Otos Bey birden anımsadı;

        - Yahu seni öldü dedilerdi!

        - Öyle mi efendim?

Cümlenin anlamını çözmeye çalıştı Otos Bey. Fa-ari Bey alınmış mıydı? Kızmış mı? Yoksa ömrünün uzadığını mı düşünmüştü? Hani öldü diye  duyarsın da ömrü uzamış derler ya… Hah ha! Hiçbir anlam çıkmıyordu söyleyişten. Bu arada aynanın önünden geçerken, nasıl göründüğüne bakmak istedi ama… Fa-ari Bey yüzünde yeşeren anlayışlı gülümseme ve dingin bir sesle; 

        - Artık ayna kullanamayacaksınız efendim, dedi.

[Döner koltuğun arkası dönüktü, keli görünüyordu. Kolları iki yana sarkmış… İlkin Sosyal İşler Şefi yanına gitti, yaklaşır yaklaşmaz da bayıldı. Düşerken koltuktan kapıya dek uzayan lekenin üstüne bastığından o şey neyse işte, üstüne başına bulaştı. Otos Bey’i koltuğuna oturtmuşlar, atardamarını boynundan özenle kesmişlerdi. İçi mumya gibi boşalana dek beklenmiş olmalıydı. Akan kan sızmasın diye-bir insanda bu kadar kan olur mu şaşarsın-  kapının altına sünger şerit konmuştu ama para etmemişti. Otopsi raporunda maktulün- anla işte ölen demekmiş- bilincini yitirmesine engel olacak ama direncini kıracak miktarda bir ilaç verildiği yazıyormuş, sonra şah damarının kesildiği ve yavaşça canı halıya aka aka öldüğü yazıyormuş. Valla odanın önünden geçerken hala ödümüz kopuyor. Birden kapı açılacak, boynunda çarpık ve açık, kanlı ikinci bir ağız gibi duran kesikle, inadına beyaz suratıyla o çirkin mavi gözlerini pörtletip üzerimize yürüyecek diye… İnan ödümüz kopuyor.]

 

  
 Serap Gökalp