1980 Şiirinin İmge Dünyası

                  


İmge genel anlamda zihinde tasarlanan, gerçekleşmesi istenen hayaldir, düştür. İmge, metindeki tohumdur. İmgeyi çimlendirip büyütmek, yeni aşılarla yeni türlere geçmek, rengini ve biçimini olabildiğince farklı verebilmek, bütünüyle  sanatçının yeteneğine bağlı bir durum. Şiir söz konusu olunca, anlam biraz daha sınırlanıyor: söylenmek isteneni benzerlik ya da anıştırmayla anlatmak. Bir başka ifadeyle eğretileme ve telmih başta olmak üzere, söz ve anlam sanatlarına başvurmak. İmge, nesnel gerçeği, öznel süzgeçten geçirerek  yansıtma işidir. Bu yazımda, öznellik, dizginsiz bir at gibi başını alıp gitmeli midir, sorusuna yanıt aramak istiyorum. Sözcüğün hayalimizde oluşturduğu imgenin, sözcüğün çağrışım yüküyle, anlam boyutlarıyla diyalektik bağlantısı nedir, nereye kadardır, onun peşine düştüm.

Ben, bu konuda epeyce şanlı bir öğrenciydim. Bir yandan şiiri henüz ele geçiremesem de –bir ömür ele geçmez ya– ona kur yapmakla meşguldüm, öte yandan mezuniyet ödevi olarak 15. yy Divan şairi Hayali Bey Divanı’nın mecazlar sitemiyle cebelleşmekteydim. Belki de şiirle uğraştığım için okulumun Türkçe zümresi, bu konuyu benim ele alıp incelememi uygun görmüştü. Hayali Bey kim mi? Hani şu “O mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” diyen şair. O ödevden sadece “saç”la ilgili somut, soyut bazı “açık eğretilemeleri” sunmak, böylece hem Hayali Bey’in, hem Divan şiirinin imgeler dünyasına bir kapı aralamak istiyorum.

Saç = Zülf:

Kokusu: misk, amber, benefşe, sümbül, reyhan…, Çin, Maçin, Huten. Bilinen o ki, kokunun hası ceylanın göbeğinden elde edilir, ceylan ülkesi de buralardır.

Biçimi: Perişan, Tarmar, Bikarar; zencir, kemend, çevgan, mar(yılan), lam; ömr-i diraz(uzun ömür), kıyamet;  ebri nisan, sümbül…

Renk: Şeb (gece), leyli, saye, mülk-i Karaman; zulmet, kafir, küfr, günah (bugünkü tesettürle bir ilgisi yok elbette); sevda, Leyla, hayal…

Saçın bugün de “sevda, gölge” gibi imgelerle kullanılması şiiri zenginleştirmez mi? Bana göre bu iki mazmun hâlâ taze. “Mazmun, istiare, eğretileme…” hepsi de bu kültürün, şiir kültürümüzün sözcükleri. Bugünlerdeki havalı adı ise metafor. Yerine göre savrulmayı, yerine göre bedavayı ifade den “anafor”la hiç mi hiç ilgisi yok. Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Attilâ İlhan gibi şairleri erişilmez kılan, biraz da bu kültür zenginliğinden emekle beslenmiş olmaları değil midir? 

Şair, aynı zamanda sözcüğün içinde yer aldığı bağlama göre anlam kazandığını bilmek, anlam ayrıntılarını iyi tanımak durumundadır. Sözgelimi “göz” sözcüğünün şu bağlamlarına bir göz atalım:


  1. sevgilin gözleri: görme organı
  2. iğnenin gözü: delik
  3. pınarın gözü: kaynak
  4. çantanın gözü: iç, bölme
  5. terazinin gözü: kefe
  6. ağacın gözü: tomurcuk
  7. bir göz ev: oda
  8. gözleriyle izlemek: bakış
  9. göz değmek: nazar
  10. göz atmak: bakmak, incelemek
  11. gözü kalmak: arzu 

On bir oldu, takım tamam. Gözümüze de mertek kaçmadı. Peki, bunlar bir şiiri şiir yapmaya yeter mi? Bana göre yetmez. Bunlar alışılmış bağdaştırmalar, bir kısmı da kalıp söz. Hiçbiri bir imge değeri taşımıyor; özgünlükten yoksun. Şairlik, işte bu noktadan sonra başlar; alışılmamış bağdaştırmalar gerekir. Bunların da damdan düşer gibi olmaması için, “göz”ün işlevinden, çağrıştırımından, biçimsel özelliklerinden, zamanla kazandığı duygu değerlerinden yararlanılması gerekir. Bir de toplumsal beğeniye, sağduyuya, Türkçenin inceliğine ve zenginliğine uygun düşmelidir. Birkaç deneme yapalım: imbat gözler, balkon gözler, günyanığı gözler, utanca yoldaş gözler, görgülü gözler, gözlerin girdabı, gözlerinde batan yelkenli, gözlerinin sarnıcı, gözlerinin akşamsefası … “Sarışınlık getirir gözlerin akşamlarıma” (Cenap Şahabettin), hâlâ tazeliğini koruyan ne güzel bir dizedir!  

Duygu değeri deyince aklıma geldi, son günlerde insanlar çocuklarına “içtenlik, doğallık, inanmışlık” anlamlarını yüklenmiş “kızım, oğlum, yavrum” sözcükleriyle seslenmiyorlar da “yapaylık, özenti, sevgi eksiğini abartarak gizleme” anlamlarını taşıyan o “aşkım” sözcüğüyle sesleniyorlar. Nazan Öncel söyleyebilir; ama bir şairin dilinde birahane kokan “aşkım” sözcüğüne, bu bağlamıyla, yer yoktur. Hem öyle iki laftan birinin “aşk” olduğu nerede görülmüş?... Daha genel bir örnek. Niye ebemkuşağı; gelinkuşağı daha doğru bir somutlama, imge olmaz mıydı? Yoksa o iki dağ arasındaki yuvarlaklık, bir “ebe”ye gereksinim duyulduğunu mu çağrıştırıyor. Şiir, işte böyle soruların, imgelerin peşindedir. Ya o iki dağ neyin nesi;nereden baktığına bağlı. Galiba Katherina Mansfield’in ruhunu ebemkuşağı  altında şad ettik.

Bir de dilbilimde “sıkıilişkililik” dediğimiz bir gerçek var. “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” ile “Ağır ağır bu merdivenlerden çıkacaksın” aynı şey mi? Daha somut bir örnek verelim: “ağır ağır kızlar halay çekiyor” bir diyeti gerektirirken “ağır ağır halay çekiyor kızlar” göz zevkimize yeni zenginlikler katmıyor mu? Son bir örnek Doğan Aksan’dan:


  1.  Onu bir daha sevdim (yeniden)
  2.  Daha bir sevdim onu (farklı, fazla)
  3.  Bir onu sevdim daha (Sadece)

Sözcükler aynı. Ha arap Hasan, ha Hasan arap olmuyor işte. Siz hangisini yeğlersiniz bilmem; şiire yakışanı, bence üçüncüsü.

1980 Kuşağı Şiiri’nin Dünü Bugünü:                                                       

İmgeler sahiplenilen kültürden, şairin dünya görüşünden ve yaşamın içinden süzülür gelir. Bir bakıma yazınsal öbekleşmeleri, hatta edebi akımları imgeler belirler. İmgeleriniz, duygu ağırlıklıysa lirizm, renk ağırlıklıysa empresyonizm, simgeye dönüşmüşse sembolizm söz konusudur.  II. Yeni’yi ben kendi içinde bir bütün olarak görmüyorum. Cemal Süreya ile Edip Cansever’i, Ece Ayhan ve İlhan Berk’le aynı kefeye koyamazsınız. Siz koysanız, benim gönlüm hiçbir zaman razı olmaz. Bu arada şiirin sivilleşmesinden söz edilir. Ama sivilleşmenin bir sivil erimeye yol açtığı da bir gerçek. Hele “1980 Şiiri”nde, II. Yeni’nin  –kapalı da olsa– o muhalif tutumuna zerrece rastlamak olası değil. Bu saptamalarımı,  2003’te yayınlanan “Yarını Tanelemek” adlı yapıtımdaki “20 Yüzyıl Türk Şiir Tarihi” başlıklı şiirimde, dizelere şöyle dökmüştüm: 

·         (3. Çeyrek)

Azgın menekşeler

Tahta atlarla girdiler Pera’ya

Zürafa boyunlarıyla gülüm gül

Sokak sokak soludular

Oramıza ‘Kınar Hanım’, buramıza

                                           Dada’

nan zürafa mı, bence ‘Zebra’

 

·         (4. Çeyrek)

Sanal bir dünya

Düşlerini yaşıyor özgürlüğün

Ve aşkın

Biraz dünözlem, biraz ‘Yenibütün’

Bir tel, iki tel, sonunda en-tel

Siz namazınızı kılın

Ben güvercinlere yem atayım

3. Çeyrek’te II. Yeni,  4. Çeyrek’te 1980 Kuşağı Şiiri somutlanıyor. 1980 Kuşağı Şiiri’ni biraz açalım.

“Entelektüel” etiketini önemseyen, etliye sütlüye karışmayan, ülkedeki cemaatleşmeye duyarsızdır onlar. Bir başka ifadeyle, şiirin II. Cumhuriyetçileri. II. Yeniler, epeyce eskilerde kalınca, bu kuşağın, kendilerine kol kanat gerecek yeni önderlerini çıkarması gerekiyordu; çıkardılar. Günseli İnal, Lale Müldür, Enis Batur, M. Mümtaz Tuzcu, Tuğrul Tanyol, Küçük İskender… Bir de İhsan Deniz, Mehmet Ocaktan… Cami avlusunda toplumsal barış nasıl da sağlanmış değil mi(!)? Benim anlatmak, somutlamak istediğim, kimsenin sanatsal yeteneğini tartışmak değil; işlevsiz kalan şiirin yol açtığı yıkıma, anadilde yaşanan savrulmaya dikkati çekmek. Sözcüğü sözcük kanında boğdurma becerisine bir tepki. Kırk adımdan, iğneyi çuvaldızın gözünden geçirmeyi becermelerine, benim bir sözüm yok; ama kırk sopalık olduklarını da toplumsal yarar göz önüne alındığında yadsıyamayız.

      

Baki Asiltürk “1980 Kuşağı Türk Şiiri”ni zaman/tarih temelinde ele alıyor. Bâki Asiltürk (Baki Ayhan T), kendisi de o şiirin bir parçası olduğu için olsa gerek, cepheyi iyice geniş tutuyor; daha doğrusu genişletmek istiyor. Bana göre bu yaklaşım doğru değil. Necip Fazıl’ı, o dönemde yaşadı diye nasıl “1940 Kuşağı”ndan; Cahit Külebi’yi de “II. Yeni”den saymıyorsak, pek çok şairi de “1980 Kuşağı”nın içinde düşünülmemeli; düşünemeyiz. Bir sözcük ya da söz, terimleşmişse artık onun anlamı sınırlanmıştır. “1980 Kuşağı Şiiri” küreselleşmenin güdümlü şiiridir. Orhan Pamuk romanının şiirdeki ikizidir. Eleştirmen ve medya desteğini arkasına almış, dergilerde egemenliğini kurmuş, sesi çok duyulan, borusu çok öten ve abartılı bir biçimde yüceltilen bir şiirdir.

      

Kitap adları da her zaman birer imgedir, kitapla ilgili ilk hayalinizdir. İşte II. Yeni’den birkaç kitap adı: Bakışsız Bir Kedi Kara, Mısırkalyoniğne, Üvercika… Üvercika; güvercinin, önden gagasının, arkadan kanadının kesilmesiyle elde edilmiş bir sözcük. Şimdi de öncülleriyle birlikte “1980 Kuşağı”nın kitap adlarına bakalım:  “Dans Natura, Ultrazonda-Ultrason, Voyıcır I – II, Anahtar Ayini, New York Çıkmazları,   Otoben, Hurufi Melal, Nisyan Rapsodi, Magmada Kış Mevsimi, Gül ve Telve, Yara Falı…” Önümdeki kitap ekinden bana göz kırpanın adı da “Rahimdeki Ot”. Peki Varlık’taki şu şiir adına ne dersiniz: Limitsiz Şom Frape

      

Konumuz nedeniyle şimdi de her biri sanatlı bir anlatımı, bir hayali, imgeyi içeren aşağıdaki dizelere bakalım. Bu dizeleri Şeref Bilsel – Cenk Koyuncu’nun birlikte hazırladıkları Şiir Defteri adlı iki yıllıktan ve Bâki Asiltürk’ün hazırladığı 2006 Şiir Yıllığı’ndan seçtim. Bir bakıma işte bizim en güzel örneklerimiz dediklerinden. Bakalım bu en güzellere siz ne diyeceksiniz?

 


  •  kurtlanan o boğuk sesin sandığında… – İhsan Deniz
  • gecenin esrik duvarındaki peçeyi sıyırdıkça örtülüyordu üstü karaşairin. – Turgay Kantürk
  • kadınların ıssız bakışlarında / ölüler dünyasına geçit oldu dinginliğimiz / kucaklayıp çocukları 
  • sığındık bir höyüğün gölgesine – Metin Celâl
  • süreyya kadehler rüya / kımıldar maverada dağlar / münzevi dar kapılar – Serdar Koçak
  • Tende çakıp sönen, cisimsiz / Işık salyaları. Saralı kâğıt / hayvanları – V. Bahadır Bayrıl 
  • yüz ki acının ve öfkenin levhası / yüz ki yasin ve şenliğin hurufatı – Enver Topaloğlu
  • burnu yerine ölümü karıştıran bir çocuk – Enis Akın
  • sar babamın kemerini boynuma / sokaklarda bezdir beni – Altay Öktem
  • sudaki / çilve çukuru kalbimdeki süveyda… –  Yücel Kayıran
  • bir atın içinde vurularak ölmeyi beklersiniz – Mesut Aşkın
  • koşar noksan ruhuma: ruhum artık her yerde: peşkir ya da okuntu! – Osman Olmuş
  • çıban gibi büyürken hayatın darağacı – Cenk Koyuncu
  • … Ben geldim işte / tene kadife öleyim kana kadife öp beni – Mehmet Can Doğan
  • ve biz kuyu bekçileri hayatın / bir düğüm daha atıyoruz nasırlı bir ipe / Ali Hikmet
  • ölüyüm ölüden kalan giysiler içinde erselik / Selim Temo
  •  Kendi kahrımdan bir harf sıçrar diye yalpalayan  / kütük kör… – Şeref Bilsel
  • boğazına dili akanların yamacında / zaman benim için yazgıya tebdil olmuyor – Celal Fedai
  •  nedense hep karaya doğru kabaran toy dönence sözlerinin yarasında değiliz – Nilay Özer
  • ah! Kalbim morarmış vesvese içinde / duru ruhun miskin ve de çamur – Mustafa Atapay
  •  boynunda kalem kokusu / düşersin gülşen-i’ın tayfına – Mehmet Bukatın
  • sonra madem insan kal adında bir beladır / insan dalgın bir belgedir kendisiyle hayat arasında -Seyyidhan Kömürcü
  • herkes için yeteri kadar hayal kırklığı var / hiçtahı kaçan herkes için akıl suyu – Burak Acar

 
      Ben bu alıntıları değerlendirdiğimde şu saptamaları yaptım:

  • çilveli, hiçtahı, kütük kör, kal adında bir bela” kullanımlarında, yaratıcılık  adına ölçü kaçırılmış, Türkçeye özensizlikte sınır aşılmış.
  • mavera, münzevi, hurufat, süveyda, tebdil, vesvese, miskin, raz” sözcükleri bir dönemi somutlamak amacı güdülmeden kullanıldığına göre, anlaşılan Türkçeye inançları yok. Bu yüzden de bu sözcüklerin Türkçeleri var mı yok mu, hiç ama hiç düşünülmemiş.
  • akıl suyu, kal adında bir bela, toy dönence sözleri, çilve çukuru, kütük kör, bir atın içinde ölmek” bağdaştırmaları,  zorlama bağlam arayışlarına birer örnek. Dilbilimin temel mantığını oluşturan sözcüğün sonradan kazandığı/kazandırıldığı anlamla temel anlamı arasında uzak yakın bir ilişkinin bulunması gerektiği hiç düşünülmemiş. 
  • boğuk, ıssız, cisimsiz, noksan, miskin, yalpalayan, erselik, peçeli, kurtlu, salyalı, çıbanlı, çamurlu, nasırlı, saralı, düğümlü, acılı, öfkeli, kahırlı, vesveseli, morarmış” sıfatları yan yana düşünüldüğünde gözlerimizin önüne nasıl bir dünya geliyor, bunlar neyi hayal ettiriyor, neyi imgeliyor? Yaşam buysa, “Biz hayatı anlatıyoruz.” diye diklenmelerine hak verirsiniz elbette; ama yaşam tümüyle bu değil. Yaşam seçimleri ise, “arka sokaklar, mistisizm, küreselleşme” düzleminde olmuş. Derinlik aranmamış. Yaşama sevinci ve özgürlük tutkusu, şiirden iyice soyutlanmış. Ana izlekleri olan “bunaltı, mutsuzluk, tedirginlik, yalnızlık” iyiden iyiye yüceltilmiş. Oysa Edip Cansever’in dediği gibi, yalnızlık bile, başka insanların varlığı bilindikçe bir anlama kavuşur.

 

Aslında her şeyin özetini, en son alıntımızda, bu şiir anlayışının en geç temsilcisi yapıyor; Burak Acar. Gerçekten bir hayal kırklığı. Onun hiçtahı kaçmış, benim iştahım kaçtı. Ben, bu şiirleri-imgeleri okuyunca akıl suyu değil; turp sıkılmış dilberdudağı yemiş gibi hissediyorum kendimi. Kim bilir, belki de bol şekerli adanakebabıdır. Bu şiirlerdeki egemen renk siyah ya da mor.  “Kırmızı” militarist, “kara” da çok folklorik kalıyor(!) Zaman, “gece”, her yer karanlık… Yalnızlık, çürümüşlük, kadercilik, mistisizm var. İntihar ve ölüme övgü de var. Neden-sonuç ilişkilerinde doğru dürüst bir “hüsn-i talil”e rastlamadım. Nedenler, nedense hep kötü. Bir kısmında da alt kültürden, yeraltı kültüründen kalın çizgiler göze çarpıyor: lümpenlik, boşvermişlik, küçümseme…  Herkesin seçimi kendine; ama aykırı cinsel seçimlere övgü niye, onu da anlayabilmiş değilim. En önemli soru da şu: Yaşamdaki Türkçe gerçekten bu mu? O halde bu şiir, nasıl yaşamın içinde görülüyor da “1980 Kuşağı Şiiri”ni temel alan yıllıklara, “Şiir ve Hayat” adı uygun görülüyor? Görülen o ki, tüketim toplumunun çocukları, şiiri de tüketiyorlar.

 

Kaynaklar:

Şiir Ustalardan Öğrenilir: Metin Celâl, 2006, Everest Yayınları
1980 Kuşağı Türk Şiirinin Poetikası, Bâki Asiltürk, 2. Basım 2006, Toroslu Kitaplığı
Şiir Yıllığı 2006, Bâki Asiltürk, 2007, Yapı Kredi Yayınları
Şiir Defteri – 1980 Sonrası Şiir ve Hayat, Şeref Bilsel – Cenk Gündoğdu, 2005, Toroslu Kitaplığı
Şiir Defteri –  Şiir ve Hayat 2007,  Şeref Bilsel – Cenk Gündoğdu, 2007, Toroslu Kitaplığı      

 

  
 Tahsin Şimşek