İki Sevda Kentinde: Amasya ve Hannover

                  

Bir hafta arayla Amasya’da sonra Hannover’de oldum. İki sevda kentinde.

Amasya, şehzâdeler kenti. Tarihi, kültürü, sadakati, hoşgörüyü iç içe yaşayan sıcacık bir kent... Ferhat ile Şirin hüznünü insanın içine taşıyan âşıklar kenti. Hannover ise Kraliçe Sofie’nin aşkıyla insanı sarsan bir kent.

Amasya’dayım... İltekin Gazi’nin Yeşilırmak üzerine 1076’da yaptırdığı köprünün üstünde saygıyla durmuşuz. Hava masmavi... Irmak yeşil yeşil akıyor... Dağlar siper olmuş. İlk kez gelmişim bu büyülü kente. Davetliyim.

Milli Eğitim Müdürü Necati Akkurt anlatıyor: ‘1071 yılında Malazgirt’ten girmişiz, beş yıl sonra 1076’da bu köprüyü Amasya’da yapmışız...’

Göz kamaştırıcı bir hız değil mi? Gene benzer hızı, benzer devinimi hissediyorum bu kentte. Her köşede bir yenilenme, bir atılım var. Tarihi dokuya uygun olarak kent yenileniyor.

Necati Bey adım adım kenti gösteriyor bana, anlatıyor. Büyüleniyorum Amasya’nın önünde.

Herkesin bildiği o unutulmaz efsane çekiyor beni. Ferhat ile Şirin’e dokunacak kadar yaklaşmışım.

Ferhat birinci sınıf nakkaş. Resim yapıyor Sultan Mehmene Banu’nun sarayına. Sarayda görüyor Şirin’i. Şirin selvi boylu, ince belli, mahzun yüzlü, dünya güzeli. Anında seviyorlar birbirlerini. Mehmene Banu: ‘Eğer Elma Dağı’nı deler bu kente su getirirsen kız kardeşim Şirin’i alırsın,’ diyor Ferhat’a. Ferhat aşkla, sevdayla işe koyuluyor. Tam dağı delip suyu akıtacağı sırada Mehmene Banu hizmetçisini göndererek Şirin’in öldüğü haberini verdiriyor. Ferhat, acıyla külüngünü havaya fırlatıyor. Külünk kendi kafasına düşüyor, oracıkta can veriyor Ferhat... Haberi duyan Şirin çığlık çığlığa kayalıklara koşuyor, Ferhat’ın cesedini görünce kendisini kayalardan atıp canına kıyıyor... İkisini yan yana gömüyorlar. Her bahar iki gül açıyor mezarların üstünden. İki kırmızı gül. Tam birbirine kavuşacakken bir kara diken büyüyor orta yerden. Kavuşmasını engelliyor o iki kırmızı gülün... Mehmene Banu’dur işte o kara diken... Belki de bu yüzden Amasya halkı barışçıldır, sevmez Mehmene Banu tiplerini. Barış ister, dostluk ve uyum ister...

Ferhat’ın kazdığı söylenen kanaldan yürüyorum. Ferhat karşımda capcanlı... Bu kenti, kent yapan biraz da bu efsanedir... Efsaneler ve öyküler değil mi, yaşanan mekânları, yerleri, kentleri unutulmaz kılan?..

Bir hafta sonra başka bir ülkede, başka bir kentte oluyorum. Hannover’dir orası. Bu kentin de acıyla biten o aşk destanı beni kendine hüzünle bağlıyor. Bu kenti de unutulmaz kılan o destandır. Amasya ile Hannover’i birbirine yaklaştıran da... Anlatayım sabrınız varsa...

 

O karasevdalının izini arayacaksın... Yüreğin acıyacak...

 

Aklım fikrim acı bir sonla noktalanan o aşkın yaşandığı o muhteşem sarayda, o barok bahçelerde kalmış... Uyuyamıyorum... Kalk diyorum. Kalk oraya git. Daha önce gelişimde de ilk gittiğim yer orası olmuştu, yine gidiyorum... Oysa ‘Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Yazarları Kongresi’ başlayacak. Ama yüreğimi acıtan hikayelerin yaşandığı mekanlar daha çok ilgimi çekiyor benim. İşte oradayım.

Dük Friedrich, müzisyenler, yazarlar, bilginler getirmiş saraya. Büyük bilgin Leibniz, ünlü bestekâr Händel işte oradalar. Yıl: 1676!.. “Beyliğin yönetimine siz de katılın, ülke ve saray daha da güzelleşsin,” diyor Dük Friedrich.

Bilgisayar yaygınlaşıncaya kadar kullandığımız hesap makinesini Leibniz işte bu sarayda icat etmiş. Händel’in burada yaptığı birçok beste var...

İki kilometre uzunluğundaki bahçe hâlâ Almanya’nın en büyük barok bahçeleridir... Dük Friedrich başlatmış yapımını. Karısı Sofie tamamlamış. Destansı bir kadındır Sofie. İngiltere Kralının torunudur. Georg’u işte bu sarayda o doğurmuş. Bu yüzden bu çocuk 1714 yılında Kraliyetin başka varisi olmadığı için hem İngiltere’nin hem de kendi beyliğinin kralı olmuş Hannover’de. Onun karısının adı da Sofie’dir. İşte o Sofie’nin gözyaşları var bu sarayda, bu bahçelerde... Gözyaşı izlerini arıyorum...

Sular fışkırıyor bahçenin her yanından, Sofie’nin gözyaşları mı acaba?.. Kocası Kral da olsa gönlü başkasına düşebiliyor insanın. Kralların gönlü düşer de kraliçelerin neden düşmesin? Bir konta sevdalanmış Sofie. Derin bir sevda o... İşte bu bahçelerin labirentlerinde gizlice buluşmuş Kont ile...

Çabuk duyulmuş o sevda... Ajanlar haber ulaştırmış Kral’a... Olanlar olmuş. Bu dramın sonunu keşke ne ben yazsaydım ne de siz okusaydınız... Ferhat ile Şirin’nin başına ne gelmişse daha da acısı gelmiş onların başına. Kont yok edilmiş, Sofie ise ömür boyu odasına kapanarak yalnızlık içinde o acıyı çekmiş... Eğer Leibniz o günlerde ölmeseydi, bu kara sevdanın felsefesini en etkili bir biçimde o yazabilirdi... Ama etkili oratoryolar, operalar yazmak Händel’e düşmüş... Su sesinin kara sevdaya karışımını başka kim bu kadar etkili dinletebilirdi bize?..

İşte o Hannover’in ünlü adı biraz da bu derin, bu kara sevdaya bağlıdır... Bir de o demokrasi sarayına... Almanya’nın en görkemli, en ünlü belediye saraylarından biridir o. Mermer sütunlarla, heykellerle, süslemelerle kaplı. Toplantıya bir çok Avrupa ülkesinden çocuk ve gençlik edebiyatı yazarlarının katıldığı o saraya dönüyorum... Bir sürpriz karşılıyor beni metrodan çıkarken. Geniş, dingin caddelerinden Türkçe bir çocuk şarkısı ulaşıyor her yana... ‘Ali babanın bir çiftliği var...’ Olduğum yerde durup bakınıyorum. Şarkı söyleyen bir grup yok. Nereden geliyor bu ses? Buluyorum sonunda: Kanalizasyon kapağının altına bir hoparlör yerleştirilmiş, ses oradan. İyi bir karşılama...

 

Aynı duyarlılıktaki yöneticiler...

 

Yine Amasya’ya dönüyor belleğim. İlköğretim haftası açılış töreninden sonra hayatımda ilk kez bir kentimizde en üst yöneticiler ile kendimi bir arada buluyorum. Genç Vali M. Celalettin Lekesiz, Belediye Başkanı, bu kentten seçilmiş milletvekilleri, Üniversite Rektörü, Milli Eğitim Müdürü, Tugay komutanı tuğgeneral, Emniyet Müdürü ve başkaları var... Hepsi çok şık giyinmiş. Ben ise yolda Öğretmen evi Müdürü Ercan Öker’in aldığı bir kravatla yakamı zor toplamışım. Biraz onun tedirginliği var üstümde. Biraz üst bürokrasinin mesafeli tavrı. Rahat değilim. Söyleşinin konusu çocuklar... Kitaba ilgiyi artırmak... Benim Türk Dünyasından masallar dizisini yüksek tirajla yayınlayıp çocuklara dağıttığı için Vali beye teşekkür etme fırsatı buluyorum...

Toplantıda, çocuklarımızın okuyan, araştıran, uygarlık yolunda sağlam adımlar atan bireyler olması için yapılması gerekenler tartışılıyor... Almanya’daki deneyleri aktarıyorum... Alman meclisinde yazarlarla yapılan toplantıyı, orada alınan kararları, uygulamayı... Vali Lekesiz, özellikle ‘tanınmış, saygın kişilerin sınıflara davet edilmesini, onların küçükken hangi kitapları okuyarak hayata başladıklarını, hayat hikayelerini çocuklara anlatmalarını, çocuklara kitap okuma uygulamalarını’ ilginç buluyor. ‘Yaşam hikayeleri hep çekicidir zaten, biz de uygulayabiliriz,’ diyor.

Sonra seminer yapacağım salona gidiyoruz. Kentin birçok bürokratı, müdürler, öğretmenler, öğrenciler orada. Konu: ‘Bizde ve batıda pek bilinmeyen Türk dünyası masallarının tarihçesi ve psikolojik etkileri’. Heyecanlıyım. Ben anlatıyorum ama sesim başka yerden geliyor sanki. Ertesi gün çocuklara yaptığım masal söyleşisinde daha canlı, daha rahatım.

Dışarıda bahar havası. Ercan Öker alıp beni Darüşşifa’ya (Bimarhane’ye) götürüyor. Tıp medresesine. 1308-1309 yıllarında İlhanlı Sultanı Mehmed Olcaytu ve eşi İlduz Hatun adına yaptırılmış, Selçuklu mimarisinin nefis inceliklerini taşıyan bir bina... Burada tıp eğitimi yapılırken hastalar da tedavi edilmiş. Daha sonra akıl ve ruh hastalarının musikiyle tedavi edildiği tıp merkezine dönüştürülmüş. Günümüzde belediye konservatuarı olarak kullanılıyor. Ünlü hekim Sabuncuoğlu Şerafeddin (doğ. 1386) burada tıp eğitimi görmüş, 14 yıl boyunca burada hekimlik yapmış. Cerrahi alanında ameliyatları ve eserleriyle ünlü. ‘Kitab-ül Cerrahiyet’l Haniye’ adlı eserini de Fatih Sultan Mehmed’e ithaf etmiş. Duvarda onun kullandığı ameliyat aletlerinin resimleri var. 10.yy.dan Dr. Abbas az Zahravi’nin ‘Kitab at Taşrif’ adlı kitabında betimlediği ve resimlerini çizdiği aletlerin aynısı. Orta Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Bağdat’a uzanan büyük bir kültürün izlerini taşıyorlar bize.

O resimlerin altında da insanlar oturmuş, çay içiyorlar.

‘Bunlar hangi döneme ait?’ diye soruyorum. Dönüp bakmamışlar bile, bilmiyorlar.

Merak etmeyen, sormayan, öğrenmeyen insan ile aklını kullanmayan insanı bağışlayamam bir türlü. Gerekçesi ne olur olsun.

Neyse ki Ercan Öker alıp öğretmen evine götürüyor beni. Yalnız dostluk değil, sıcacık çay, yiyecek sunuyor bana... Bu öğretmen evini Ercan Öker Sultan Mehmene Banu’dan almış gibidir. Ama sevimli, güvenlikli hale getirmiş, şenlendirmiş burayı. Yeşilırmak’ın üstünde sevimli bir saray, içeri girince çıkmak istemiyorsunuz...

Akşam yine M. Eğitim Müdürü Necati Bey geliyor, birlikte çıkıyoruz. Yine adım adım Amasya...

7500 yıllık bir geçmişi var Amasya’nın... Hitit, Frig, Kimmer-İskit, Med-Pers, Pers-Pontus, Bizans, Osmanlı uygarlıklarından süzülüp bugünkü sentezine ulaşmış. Başkent olmuş, krallara ebedi mekan olmuş, şehzadelere kent.

Tarihin ilk coğrafyacısı Strabon bu kentte doğmuş. Yıl M.Ö. 63. Varlıklı bir aileden. İyi bir öğrenim görmüş. Amasya'dan Nil boylarına, Sardunya'dan Etiyopya sınırlarına kadar seyahat etmiş. Bu gezilerinde tarih, coğrafya, felsefe konularında bilgi toplamış ve eserler yazmış. Roma’da uzun yıllar kalmış. Amasya'ya dönüp hayatının geri kalan 26 yılını "benim memleketim" dediği Amasya'da geçirmiş. M. S.26 yılında burada ölmüş. Amasya’yı en iyi betimleyenlerden biri de odur:

"... Benim kentim; içinde İris (Yeşilırmak) nehrinin aktığı geniş ve derin bir vadide kurulmuştur. İnsan emeği buraya şehir, doğa da kale karakterini çok iyi şekilde sağlamıştır. Çünkü yamaçlar çok yüksek ve sarp kaya olup dimdik nehre doğru iner. Ve nehrin iki tarafında da sahil boyunca birer duvar sivri tepelere doğru uzanarak kenti korumaya almıştır. Bu tepeler muhteşem bir kule gibi yükselmektedirler. Burada kralların hem sarayları hem de mezar anıtları bulunur..."

Necati Bey ırmak kıyısına dikilmiş Strabon’un heykeli önüne getiriyor beni. Tarihi bilgiler vererek kente karşı ilgimi daha da artırıyor. Dönüşte bir yığın broşür, kitap ve makale okuyorum.

 

Osmanlı Devletini ikinci kez kuran kent

 

Devlet adamı yetiştirme geleneği var Amasya’nın. 8 Osmanlı şehzadesi ya burada doğmuş, ya burada yetişmiş, ya da burada valilik yapmış.

Hele 1402 Ankara Savaşında Timur’a yenilgi var ki, Osmanlı ordusu dağılmış, karışıklıklar sürmüş, tam devletin dağılacağı bir sırada Amasya Valisi Çelebi Mehmet girişkenliği ile ortaya atılmış, Osmanlı birliğini yeniden sağlamış.

2. Murad 1404 yılında burada doğmuş, 11 yaşında valiliğe başlamış. Fatih Sultan Mehmet, 2. Beyazid, 3. Murad burada valilik yapmış, Yavuz Sultan Selim burada doğmuş, ilk eğitimini burada almış.

En acıklı hikaye kuşkusuz Şehzade Mustafa’nın hikayesidir. Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu olan Mustafa 1540-1553 yılları arasında burada valilik yapmış, tahtın varisi odur, ama saray entrikaları sonucu boğdurularak öldürülmüş...

Milli Eğitim Müdürü Necati Bey ile Şehzadelerin heykelleri önüne gelip onları saygıyla anıyoruz. Bugün yediğimiz ekmekte, içtiğimiz suda, yaşadığımız toprakta bu şehzadelerin emeği var, yüreği ve cesareti var. Onlar hayatlarını ortaya koymasaydı, bizi çoktan Anadolu’dan söküp atarlardı.

Şimdi o şehzade heykellerine içim burkularak bakıyorum. Bu heykelleri yapan sanatçıların yaratıcı yetenekleri olmadığı ne kadar da belli. Sanki minyatürlerden buraya düşmüş, tek boyutlu, hareketsiz, statik, ölü heykeller... O kıtadan o kıtaya koşan, ömrü at üstünde geçen şehzadelerin o hareketli, o dinamik, aynı zamanda dramatik, o kahramanca yaşamlarından tek bir iz yok, tek belirti yok.

 

Kurtuluşun Planı da Amasya’dan...

 

Amasya, sadece 1400’lü yıllarda Osmanlı Devletini değil, o tarihten 500 yıl sonra Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı planını da hazırlamış. Samsun’a çıktıktan sonra Amasya’ya gelen Mustafa Kemal ve arkadaşları o ünlü ‘Amasya Tamimi’ni burada kaleme almış, 22 Haziran 1919’da burada yayınlamışlardı: ‘Milletin istiklâlini yine milletin azmi ve kararı kurtaracaktır!’ diye yazarak hem halkımıza hem de dünyaya ilan etmişlerdi, öyle de oldu.

Sabahleyin ‘Amasya Tamimi’ni ilan ettikleri yere –bugün anıttır orası- çelenk koyarak başlamıştık. Şimdi Necati Bey Atatürk ve arkadaşlarının toplandığı binayı gösteriyor. Ama şaşıracaksınız, bu tarihi bina yamaçtan Yeşilırmak’ın kıyısına inmiş. Heyelan nedeniyle kullanılamaz durumda ve yıkıntılar içindeymiş. Geçen yıl Başbakan Erdoğan’a göstermişler. O da:

‘Bu tarihi binayı yıkıntıya bırakamazsınız, sağlam bir yere aynısını kuracaksınız,’ demiş. Bir yıl içinde binayı yapmışlar. Açılmaya hazır.

Necati Bey, yalnız antik eserleri değil, Selçuklulardan beri yapılmış köprüleri, hanları, hamamları, camileri, çeşmeleri, kümbetleri tek tek gösteriyor bana. Bilgiler veriyor. Yıllardır izini aradığım Azerbaycan’dan gelip buraya yerleşmiş Terekemelerin izini gösteriyor. Ben onların ilk kez 19. yy’da geldiklerini sanıyordum. Oysa ilk göçler 12. yy’da olmuş. 19.yyda da daha büyük göçler gelmiş. İçlerinden Şirvanzade Mehmet Rüştü Paşa sadrazamlığa kadar yükselmiş. Babası için ırmağın batı yamacında yaptırdığı cami ve türbeyi ziyaret ediyoruz. Geçmişimi, sülalemi bulmuş gibiyim. İçimi savuran bir ürperti var.

Gece geçiyor. Necati Bey: ‘Kentin maketi yapılıyor, onu görelim, Amasya’yı size bir de tepeden göstereyim,’ diyor. Önce maketin yapıldığı tarihi bir mekana giriyoruz. Sanatçılar harıl harıl çalışıyorlar, kentin birebir maketi hazırlanıyor. Irmak içinden akıyor, tepede yıldızlar... Bir hafta sonra Hannover’in maketini belediye sarayının içinde ikinci kez seyredeceğim. Birinci maket: 1689; Hannover o zamanlar Leine Irmağı kıyısında irice bir köy kadarmış, etrafı su kanallarıyla çevrili... İkinci maket: ikinci dünya savaşından önceki hali,1939; Üçüncüsü 1945, savaş sonrası: Taş üstünde taş kalmamış. Sadece ayakta kalan bizim kongre yaptığımız bu saray, bir kilise, bir de gaz silosu. Dördüncüsü ise bugünkü görkemli Hannover.  Nasıl başardınız eeey insanlarım?..

Müdür Bey ile Seyircafe’ye çıkıyoruz. Yanımızda Öğretmen evi Md. Yardımcısı Yusuf Okur da var. Amasya ayaklarımızın altında. Işıklarıyla, ırmağıyla muhteşem görünüyor. Çaylarımızı yudumluyoruz... 

Amasya’da insanlar, yöneticiler, Nakkaş Ferhat’ın aşkıyla canlı, cevval bir çalışma temposu tutturmuş. Kent kıpırdıyor, kent kaderini eline almış. Ertesi gün tek başıma  sokaklarda dolaşırken insanlardan aldığım izlenim de bu. Bir lokantaya giriyorum. Ramazan ayı olduğu halde içerisi tıklım tıklım dolu. Lokantayı işleten bir hanım. Eşi subaymış. ‘Peki size tepki yok mu?’ diye soruyorum. ‘Amasya’da öyle bir şey olmaz’ diyor, ‘Oruç tutan oruç tutmayana, tutmayan da oruç tutana saygılıdır...’

Amasya’dan heyecanla ayrılıyorum. Ama öğretmen evi gibi şirin bir yuvam var orada. Yine döneceğim, seni çok sevdim Amasya.

Eylül 2008

 



Hannover, Almanya'nın Aşağı Saksonya (Niedersachsen) eyâletinin başkentidir. Nüfusu 515.000'in üstündedir. Oldukça geniş yeşil alanlara ve parklara sahip olan kent, aynı zamanda Almanya'nın en büyük fuar kentidir. Dünyaca ünlü Expo Fuarı 2000 yılında burada yapılmıştır. Ayrıca her yıl düzenlenen Cebit Bilişim Fuarı ile de kent turist çekmektedir.

Hannover, 2.Dünya Savaşı'ndan çok zarar görmüş olan bir kent olduğu için tarihi yerleri az, eski şehri (Altstadt) ise küçüktür. Ünlü filozof ve matematikçi Gottfried Wilhelm Leibniz bu kente hayatının bir dönemini geçirmiş ve burada ölmüştür.

Coğrafî Konumu ve Yapısı: Hannover Almanya'nın kuzeyinde yer almaktadır. Şehrin güneyinde üniversite şehri olan Göttingen, doğusunda Volkswagen'nın fabrikasının kurulmuş olduğu Wolfsburg bulunmaktadır. Vadi üzerine kurulu olan şehir tamamen dümdüzdür, bu özelliği sayesinde özellikle yazın şehrin bisikletle dolaşılması imkanını sağlamaktadır.Şehrin içinden Leine nehri geçmektedir. Ayrıca şehirde yapay oluşturulmuş bir göl olan Maschsee vardır. Özellikle, ağustos ayında yapılan Maschsee festivali oldukça ilgi çekicidir. Bunun haricinde, yeni belediye binasının (Neues Rathaus) arkasında da bir gölet bulunmaktadır.


Amasya: Karadeniz Bölgesi'nde bir il ve bu ilin merkezi olan kenttir. Orta Karadeniz Bölümü'nde yer alır. Anadolu'nun eski yerleşim alanlarından biridir. Hititlerden başlayarak çeşitli uygarlıkların merkezi olmuştur. Kentin bilinen en eski adı, söylendiği biçimi ile günümüze kadar hiçbir değişikliğe uğramadan gelen Amasya’dır. Eski kayıtlarda ve buluntularda Amesseia - Amacia - Amaccia ismi okunmaktadır. Amasya isminin açık bir şekilde okunduğu, Pers, Pontos ve Roma İmparatorluğu dönemlerinde ticarette kullanılan gümüş ve bronz sikkeler (paralar) üzerinde görmek mümkündür. Bazı sikkeler üzerinde Amaccia veya Amacia isimlerine rastlanılmaktadır. Amasya’nın fethinden önce ve sonrasında da Türkler, Amasseia’yı (veya Amaccia - Amacia) kendi dillerinde söylendiği gibi Amasya yapmışlardır.

Tahminen M.Ö. 60 ve M.S 19. yıllarda Amasya'da doğduğu bilinen ve Coğrafya ilminin mucidi olarak tanınan Strabon, yazdığı ünlü Coğrafya kitabında Amasya’dan Amasseia olarak söz etmektedir. Şehrin nüfusu 2008 yılına göre 87.543'dür. 1927'de 11.000 olan nüfusu 1990'da 57.087'ye, 2000'de 74.393'e, 2007'de 85.851'e çıkmıştır.


Bu bölümdeki bilgiler ve fotoğraflar "http://tr.wikipedia.org/wiki/ Hannover" ve http://tr.wikipedia.org/wiki/Amasya_(%C5%9Fehir)den alınmıştır.




 

  
 Yücel Feyzioğlu