Sonbahar
güneşi tepemizde parlarken, Salihli’nin bağlarından gelen
sert rüzgâr, eskiden köy olan mahallemizin uzun
binaları arasından geçmeyi başararak, tek tük kalmış
müstakil evlere yöneliyor.
“Kemikleri dikkatli toplayın!” diyorum müteahhit’in işçisine.
“Tamam,
efendim.” diyor. Ekip iki yönlü çalışıyor. Bir
grup az önce yıkılmış ev kalıntısının üzerinde, diğeri avluyu
temel kazısı için hazırlıyor. “O bizim evimiz
çekilin gidin!” diye bağıracağım fakat sesim
çıkmıyor. Donup kalmışım. Öylece bakıyorum. Bir tarafta
rahmetli babamın en sevdiği dostunun mezarı ortadan kalkmış diğer yanda
evimiz toz duman içinde.
Aslında beni
oldukça düşündürüyor bu mezar nakli. Eskiden
evimizin geniş avlusunun sağ köşesindeki bu mezar oldukça
dikkat çekerdi. Babam, oraya farklı çiçek
tohumları serper, ardından özenle sulardı. Arkadaşım Hasan ile
avluda oynarken buraya basmamaya çalışırdık. Daha sonra
köyün küçük çocuklarının da ilgisini
çeker oldu burası.
Bir akşam Hasan ile
oynarken bir kaplumbağa bulduk ve üzerine mum koyduk. Onun
üzerine de köy mezarından
yürüttüğümüz boş bir kafatası. Kıpırdayan ve
ışıldayan kafatasını gören birkaç çocuk, o gün
korkudan dehşete kapılmış ve Tüccar Pri’nin ruhunu geziyor
sanmıştı. Hatta bazıları korkudan altına yapmıştı.
“Kemikleri nereye koyalım efendim?”diyor görevli.
“Bu çuvala lütfen.” diyorum.
“Tüccar
Pri, benim en iyi dostum.” derdi rahmetli babam. “Onun gibi
sadık olanına hiç rastlayamadım ömrüm boyunca.
Bugüne kadar mahalle, yol, okul, askerlik gibi pek çok
yerde edindiğim arkadaşlarım oldu fakat onun yeri apayrı. O, benim hem
iş arkadaşım hem de dert ortağım. İnsan ancak gerçek bir
arkadaşla tüm sırlarını paylaşabilir. Bazen karına bile
anlatamadığını ona anlatırsın. O seni hiçbir zaman sıkıntıya
sokmadığı gibi, zor anında yanında beliriverir.”
Lafa
giriyor komşu Şakir Amca “Bu ev verilir mi oğlum hiç
müteahhit’e? Hiç mi vicdanın sızlamıyor babana
karşı?” diyor bana.
Şakir Amca,
çocukları farklı şehirlere yerleşince, evinde yaşlı karısıyla
kalakalmış şimdi, mahallenin diğer yaşlıları gibi. Oğlu Hasan,
çocukluk arkadaşımdı. Ben de öğrenim için baba
evinden çıktığım yıllardan sonra seyrek gelir oldum, şimdi
mahalleye dönüşmüş köyüme.
“Mecbur kaldım Şakir Amca!”
“Niye ki?”
“Emekli
olunca bir arkadaşla ortak iş kurduk. Adı Necdet. Dershane işi.
Başlangıçta işler iyi gidiyordu. Büyük borca girdi.
Beni de kefil yaptı.”
“Öyle herkese güvenilir mi oğlum, ne imza atarsın böyle büyük işe!”
“Borç üzerime yıkıldı Şakir Amca, sonra ortadan yok oldu arkadaşım!”
“Vay eşek vay!”
“İşte böyle borcu ödemek için Ankara’daki evimizi sattık.”
“Vah evladım üzüldüm!”
“Evsiz kalınca mecbur kaldık, babamdan kalan bu evi müteahhit’e vermeye!”
“Eşeğe bak, ne iş açmış başına!”
“Sonradan öğrendiğime göre dolandırdığı tek adam ben değilmişim.”
Şakir Amca’nın Necdet hakkındaki üslubu yine değişmiyor:
“Eşek …. eşek!”
Ona,
tam “Eşeği bu işe karıştırma Şakir Amca!” diyeceğim ki
susuyorum. Bana göre Necdet’in eşeğe benzer yanı yok. Ama
yaşlı bir adamı bozmak hoş olmaz diye düşünüyorum.
“O
gün İcra Dairesi’nden gelen yazıyla yıkıldık çoluk
çocuk. Ardından Necdet’i aramak istedim, “Bu ne
iş?” diye sormak için. Fakat nafile, ne telefonları cevap
verdi, ne de adresinde bulundu. Karım söylenmeye başladı.
“Mehmet, nedir bu senin iyi niyetli oluşundan çektiğimiz?
Herkesi apartmanın bahçesindeki kediler gibi sanıyorsun. Bana
kalırsa yalnız onlar biliyor senin ve önlerine koyduğun
sütün değerini. Bu insanoğlunun ne yapacağı belli
olmaz, Aman Allah’ım nasıl geldi başımıza bu
bela!” diye ağlandı durdu.”
Omzuma dokundu Şakir Amca.
“Üzülme evlat, olur böyle şeyler, Allah sağlık versin, bir gün düzelir elbet.” dedi.
“Haklı
karım, Şakir Amca. Bugüne kadar insanları hep kendim gibi sandım.
Ne zaman başı belada bir insan görsem, yardıma koştum.”
“Her ağlayanı haklı sanma evlat! Bazısı da yalandan ağlar!”
“Bu
karşılaştığım ilk ihanet değil hayatımda. Belki de en çok
yaralayanı. Ne yazık ki sadece rahmetli babamın değil, onun biricik
dostunun kemiklerini de sızlatıyorum.”
“Nerden tanıyorsun sen bu adamı?”
“Üniversite
yıllarından. İzmir’de okurken aynı yurtta kalmıştık dört
yıl. Bana memleket_ ten bir kutu geldiğinde, onu çağırırdım
hemen. Annemin gönderdiği sarmaları paylaşırdım. Fakat o benzer
durumda hemen ortadan yok olurdu. Okul bittikten sonra yıllarca
görüşmedik. Bir gün kapı çaldı. Gelen o idi.
İşlerinin kötüye gittiğini, artık şansını Ankara’da
denemek istediğini söyledi. “Gel ortak olalım, seninle bir
iş kuralım Mehmet” dedi. Teklifi cazipti.”
“Eşek herif! Kandırmış seni!”
Neredeyse
ağlayacağım. Şakir Amca”ya, Eşek ve Necdet’in
örtüşmediğini anlatamamanın çaresizliğini
hissediyorum.
Evin moloz yığını kamyonlara
yükleniyor kepçeyle. Çıkan esintiyle gelen kum ve
toz parçaları genzimi yakıyor. Pri, geliyor gözlerimin
önüne. Onun tek kusuru bizim gibi konuşamamasıydı sanki.
Karşısındakini dinlediği ve anladığı kara gözlerinin parlaması ve
kafasının oynamasıyla belli olurdu. Ona tüccar lakabını
köyün çocukları takmıştı. İşinde oldukça
başarılıydı. Görevini yaparken kafası hep dikti. Bu duruş onu
çok komik gösterirdi. Çok zekiydi. Görevi;
Salihli’nin kenar mahallelerinden toplanan sütleri
ilçeye taşımaktı. O günlerde, buzdolabı evlerde yaygın
değildi. Babam sütleri bidonlara doldurur doldurmaz, sıkıntılı bir
yolculuk başlardı, müşterilerine acil iletmek için. Aksi
halde süt kesiliverirdi. Oldukça heyecan verici bir işti
bu. İşte bu aşamada, Tüccar Pri, babamı her zaman rahatlatan ve
görevini büyük bir titizlikle yapan fevkalade bir
arkadaştı. O, sütlerin dağıtılacağı binaları hemen tanır ve iş
bitene dek önünde beklerdi. Babam Salihli’nin
yokuş yukarı mahallelerindeki müşterilerine sütü
dağıtıktan sonra alnındaki teri siler ve keyifle bir tütün
yakardı. Ardından Pri ile köyümüze doğru yol alırlardı.
Tam köye girdikleri sırada, onların uyumlu
görüntüsü kahvedeki insanlara sohbet konusu olurdu.
İçlerinden biri babama takılmadan edemezdi: “Hey Sinan!
Dostunla iyi iş çıkarmışın bugün, belli, tüm
sütü satmışsın!” Babam sevgiyle selamlardı
kahvedekileri. Bazen herkese çay ısmarladığı da olurdu.
Sattığımız
süt, bizim birkaç günlük aş ihtiyacımızı
karşılardı. Satışın az olduğu günlerde babam büyük
kaygıya kapılırdı. Hele bir de okullar açılacağı zamana
rastlarsa bu aksilikler, babam üst üste tütün
sarardı. Onun bu düşünceli hali, tüm ailenin keyfini
kaçırırdı. Sıkıldığında alnında kırışıklar beliriverirdi hemen.
O zaman satamadığımız sütü çökeleğe
dönüştürürdük annemle fakat bu para eden bir
şey değildi. Genellikle konu komşuya dağıtırdık. Onlar, bu nazik
tavır karşısında çok sevinir, çökelek tabağını boş
çevirmezlerdi. Bu iş, benim çok hoşuma giderdi.
Bir
gün, on yaşında varım, okulların açılmasına çok az
bir zaman var. Babam ateşli hastalığa tutuldu ve iş yapamaz oldu. Evin
tek çocuğu benim. Tam okul için araç gereç
lazım olan bir zamanda. Olacak iş değil, bu aksiliğin ortaya
çıkması. Ben ne bileyim, sütlerin nereden alınıp nereye
götürüleceğini! O zaman Şakir Amca bana
“Tüccar Pri’yle git, o süt alan adresleri ezbere
biliyor.” demişti. On iki yaşındaki oğlu Hasan’ı da
bidonları kaldırmaya yardım etmesi için yanıma vermişti. Pri,
hakikaten inanılmazdı. O süt alan müşterilerin kapılarının
önünde duruyor, ben de zillere basıyordum. Hasan da
sütleri ölçeğe koyup tencerelere boşaltıyordu.
Bir hafta böyle devam ettik. Tüm sütü kesilmeden
satmayı başardık. İşte o zaman Pri, köy çocuklarının ona
yakıştırdığı lakabının hakkını layıkıyla verdi. Ben de süt
satmayı, ilk olarak ondan öğrenmiş oldum. O zaman kazandığımız
parayla annem ihtiyaçlarımı kolayca temin edebildi. Tüccar
Pri, Şakir Amca ve Hasan’a yardımlarından dolayı minnettardım. Bu
durumda, babamın hasta yatağındaki tedirginliği ortadan kalkmış,
annemin yüzüne ise huzurlu bir gülümseme
yerleşmişti. İyi ki vardı Pri. Babamın Pri’ye neden bu kadar
çok değer verdiğini, o zaman anladım.
“Bari bu mahalle yeşil kalsaydı evladım. Her taraf apartman oldu.” diyor Şakir Amca.
“Ne söylesen haklısın Şakir Amca!”
“Bu
evi nasıl yaptığımı sen bilmezsin evlat, özene bezene
yerleştirmiştim tuğlalarını! ” derken gözleri yaşla
doluveriyor. Sonra konuşmasına devam ediyor Şakir Amca:
‘Bari depreme dayanıklı yapsalar!”
“Öyle yapacağız diye söz verdi müteahhit, bu onun ilk işi, dikkat eder her halde.”
“Kaç daire verecekler!”
“Üç.”
“İyi o zaman.”
“İyi
de, onların parasıyla Ankara’dan sattığımız ev benzerini almak
oldukça güç ama Şakir Amca!”
“Olsun oğlum zor gününde, yarana merhem olsun yeter. ” diyor.
Şakir Amca’nın bu samimi sözleri, beni artık anlamaya başladığını gösteriyor.
Aslında
işin parasal boyutu beni pek sevindiremiyor. Ben yıllardır uğramadığım
mahalleme bir yıkım için gelmişim. Yıllar önce şiddetli bir
depremin yıkamadığı evim, şimdi benim yüzümden yerle
bir olmuş durumda. Toz ve taş yığını haldeki bu evin, benim
çocukluğumun evi olduğuna kimseyi inandıramam artık. Aslında
yediğim kazığın derin acısı değil beni üzen. Anılarımı taşıyan
evimi, kendi ellerimle yok edişimin hüznü ile sarsılıyorum.
Rahmetli annemin ve babamın sesi kulaklarıma geliyor:
“Deprem
mi oluyor Bey?” “Evet, gök de
gürlüyor!” “Tüm hayvanlar bağırıyor
hanım!”
“Anne ne oluyor? Çok
korkuyorum!” “Alnım kanıyor hanım” “A,
bak herkes sokakta ve sırılsıklam bizim gibi bey!”
“Binalar hala sallanıyor, anne baksana!” Babam tedirgin
oluyor ansızın. “Tüccar Pri nerede?” “Aaaa Pri
ahırda kaldı!”diyorum. Hemen evin arka avlusuna koşuyoruz. Ahır
yıkılmış. Tüccar Pri’nin koca gövdesi, tahta ve tuğla
parçaları arasına sıkışmış. Koca kulaklarından biri yırtılmış ve
kuyruğu birkaç tuğlanın altında ezilmiş. Sağanak yağış, kara
tüylerini hayli ıslatmış. Bunların dışında bir şeyi yok. Kara ve
kocaman gözleri hüzünlü ve çaresiz bakıyor.
Sıkıştığı yerden kurtulmanın derdine düşmüş, can
havliyle “Ai ai ai ai! ” diye bağırıyor. Onun titrek
sesi yüreğimizi dağlıyor.
Pri’nin
kemiklerini, Salihli yolundaki bağa aktarırken, aslında onun cinsine
haksızlık edildiğini düşünüyorum. Bana kalırsa o,
insanların birbirine kızdığında, onun cinsine yakıştırdığı
kötü manalar ile asla uyuşmuyor. Çünkü onun
ataları, insanoğluna hiçbir zaman bir zarar vermediler. Aksine
fedakârlık ve vefakârlık bakımından iyi birer örnek
oldular.
Aslında şu bir gerçek ki; başlangıçta
kimin ne olduğu anlaşılmıyor. Ancak zor günde öğreniyoruz;
kim bir eşek kadar iyi bir dost olabilir! Ya da kim ardından, bir eşeğe
hakaret ettirebilecek kadar hain!