Peri kızları
gerçek olup yaşama inebilseler, gelinlik provasındaki Gülay’ı görebilseler,
eminim kıskanırlardı. On beş yaşının tüm masumluğu ve ne yaptığını
bilmezliğiyle “ Yakıştı mı? Güzel oldum mu?” diye sorarken, annesinin
tembihlediği yeni gelinin taşıması gereken hanım hanımcıklık maskesini, yüzüne
ne de güzel takmıştı. Maske oturmamıştı ama Gülay öylesine genç, öylesine
güzeldi ki insan kusur bulmaya kıyamıyordu. Ahh bir de ellerini kollarını
koyacak yer bulabilse, ne iyi olacaktı.
“Arabanın önüne oturtulacak bebeğe de benim gelinliğimin aynısından dikilse
olmaz mı?” diye çığlık çığlığa sorarken maske sıyrılıyor, altından ona çok
yakışan, her an şımaracakmış da kendini zor tutuyormuş hissi veren şirinliği
ortaya çıkıveriyordu. Annesinin bir
işaretiyle hemen kendini topluyor maske yere düşmeden yakalayıp yerine
yerleştiriyordu. Bazen ben bile onun çocuk olduğunu unutup,
gülümseyiveriyordum. Çocukluk arkadaşımın nedenini anlayamadığım mutlu, heyecanlı
sesiyle kendime geldiğimi bugünmüş gibi hatırlıyorum.
- Hadi artık çıkar şu gelinliği daha sandık almaya
gideceğiz, bak geç kalıyoruz.
- Sandığı ben ne yapacağım, ne işime yarayacak, almasak
olmaz mı ?
- Olmaz. Sandıksız gelin olmaz.
- Soyunmasam böyle gitsem.
Gülay son cümlesini söyledikten
sonra koşturarak soyunma odasına giderken, kahkahalarla gülmemek için kendimi
zor tutmuş, yine de dayanamayarak “İçine kızının lise kitaplarını mı
koyacaksın” demiştim. Aynur’un gözlerinde ufacık bile olsa bir tereddüt
ararken, bana olan sitem ve kızgınlığından başka bir ifade görememek beni daha da
üzmüştü.
Alana kadar kaç mağaza gezdik, kaç sandık ölçtük biçtik, kaç
sandığın üzerindeki desen ve oymaların öyküsünde saklı kalanları dinledik,
anımsamam mümkün değil. Aynur’la onun önünde kaç geceyi çeyiz ütüleyerek,
yanlıştı doğruydu diye tartışarak geçirdik. Düğün günü gelip çattığında
çocuklar çoktan sandığın üstüne oturmuştu. Bahşişlerini almadan da kalkmadılar.
Kapıdan önce içine
özenle yerleştirilmiş umutlarla tıka basa dolu olan el oyması ceviz sandık,
sonra da artık hangi maskeyi takacağını şaşırmış Gülay çıkarılmıştı. Aynur’un
hafif hıçkırıklarla başlayan ağlaması gittikçe yaygaraya dönüşmüştü. Bir süre
yatıştırmaya çalışsam da daha fazla
tahammül edemeyip, oradan ayrılmıştım.
Düğününden iki ay sonra
Gülay’a hayırlı olsuna gittim. Evini gezerken sandığın boş çocuk odasında, açık
ütü masasının arkasında durduğunu gördüm, görmezliğe geldim. İncecik porselen
tabaklarda pastaneden getirtilmiş kuru pastaları çayla birlikte sunarken, yaktığı kek ve kurabiyeleri
utanarak anlatıyordu. Bu utancın maske olmadığını gözlerindeki pırıltıların
eksikliğinden, iki yana düşmüş kollarından anladım. Anlar anlamaz da koşarak
gidip, çeyiz sandığının kapağını açıp
içindeki umutları salıvermek istedim, yapamadım.
Düğününden
bir buçuk yıl sonra kırkı yeni çıkmış bebeğinin
hediyesini götürmeye gittiğimde
sandık antrede vestiyerin hemen yanında durmuş, bana bakıyordu. Onunla
göz göze
gelmemeye çalışarak salona geçtim. Gülay bu kez bize
kendi elleriyle yaptığı
kekle kurabiyeleri ikram etti. Bulacağımı umduğum pırıltıları
gözlerinin
derinliklerinde çok aradım, bulamadım. Yalnız kısa bir an da
olsa bebeğini
kucağımdan alırken yanıp sönen bir ışıltı yakaladım. İçim
kıpırdadı.
Düğününden üç yıl sonra ikinci bebeğini görmeye gittiğimde
sandık son gördüğüm yerde, kıpırdayacak hali kalmamış da onun için
kımıldayamıyormuş gibi duruyordu. Üzerinde huzur duymamı sağlayacak toz
zerreleri aradım, yoktu. Alındığı ilk günkü gibi yepyeni, pırıl pırıldı. Bana hissettirdiği el değmemişlikten,
yaşanmamışlıktan nefret ettim. Kapağını açıp, içine sıkıştırılmış, hapsedilmiş
umutları başıboş bırakayım, nereye gideceklerse gitsinler istedim, yapamadım.
Tam yedi yıl sonra Aynur’un
telefonda “Gülay çocukları alıp
geldi, seninle konuşmak istiyor” demesiyle birlikte mideme giren krampla
kasıldım. Yıllardır görmediğim Gülay’ın peri kızlarını kıskandıracak
güzelliğini yüzündeki morlukların değil de bulamamışlıklarının yok ettiğini
anlamak beni çok üzdü. Birden salonun köşesinde lanet olası sandığı gördüm.
- Bu burada ne
arıyor ?
- Annem çocukların eşyalarının bir kısmını onun içine koydu.
Sustum,
hiçbir şey söyleyemedim.
“Kapağını açsam içinden Gülay’ın on yıl
önceki
enerjisi, neşesi, tutamadan bıraktıkları çıkar mı?”
diye düşündüm. Daha fazla dayanamayıp yanına gittim,
kapağını açtım. İçinde rasgele atılmış çocuk
ayakkabıları, boya kalemleri,
dergilerden başka bir şey göremedim. Peki, bunca yıldır
içine saklandığına
inandığım umutlar, peri kızının sopasının ucundaki yıldızlar neredeydi,
nereye
saklanmışlardı. Onları bulmalı, çıkarmalıydım. Bu arada
Gülay evlendiği günden
beri yediği dayakları, aldatıldığını anlamasıyla dayanamaz hale
gelişini
anlatıyor, bense söyleyebileceği her şeyi biliyormuşum gibi
dinlemiyordum.
- Önümüzdeki hafta liseyi dışardan bitirme sınavlarına
başvuru bitiyor. Hadi kalk hemen muhtara gidip evrakları hazırlayalım.
- Ben tanıdığın avukat var mı? diye sormuştum.
- Boş ver şimdi avukatı. Ehliyet kursuna da kayıt
yaptıralım. Önce kaçırdıklarını yakalayalım.
- Ama…
- Hadi acele et, oyalanma. Çocukların okul servisiyle de
konuşalım. Yarın sabah alacağı adresi bildirmek lâzım.
Gülay’ın gözlerindeki anlık
pırıltıyı yakalamamla, sandığın kapağını açık bırakarak kapıya yönelmem aynı
anda oldu sanırım.
Sekiz ay sonra kapıyı açtığımda Gülay’ın ışıl ışıl parlayan
gözleriyle karşılaştım. Yeni çıkarttığı ehliyetini sallayarak boynuma atladı.
- Lise derslerimden yedi tane kalmış. Düşünebiliyor musun,
neredeyse iki sınavda üç yıllık lise derslerinin hepsini verdim.
- Eeee, hoca iyi olunca, öğrenci çabuk öğrenir.
- Söz veriyorum seneye lise diplomamı alacağım, üniversite
sınavını da kazanacağım.
- Bak gördün mü, yaşıtlarını yakaladığın gibi bir de iki
çocuk farkıyla öne geçeceksin.
- Bir haber daha
vereceğim, ama kızacaksın.
- …
- Ben ona dönmeye karar verdim.
- İyi düşündün mü?
- İyi mi bilmiyorum ama çok düşündüm. Çocukların büyüyünce
“Babam çok istemişti ama sen bir kere daha denemedin” diyerek beni
suçlamalarını istemiyorum.
- Kızmadım ama sana elini kaldırmasına izin vermeyeceğine
söz ver.
- Söz, liseyi de bitireceğim, üniversiteye de gideceğim.
Hepsini konuştuk, kabul etti.
Gülay pırıl pırıl parlayan umut
dolu gözleriyle giderken aklıma sandık geldi. “Sandığı götürme” demek için geç
kalmıştım.
Altı ay sonra metrodan
inmiş yüz metre ilerideki evime yürürken, anlam veremediğim bir sıkıntı her
yanımı sardı. Eve gitmek istemedim, ne istediğimi de bilemedim. Açık havayı
soluksuz kalmışçasına içime çekip, önümde duran ilk taksiye binip, Aynur’un adresini
söyledim. Evin bahçesinin otoparka
açılan arka kapısının önünde taksiden indim. Etrafa saçılmış eşyaları, ağaca
dayanmış karyola başlıklarını görünce, mideme giren kramp bana çok tanıdık
geldi. Giriş kapısına ulaşabilmek, ne olduğunu tam olarak anlayabilmek için
adımlarımı hızlandırdım. İlerledikçe eşya kalabalığı da arttı. Gelişigüzel dolduruldukları bir bakışta
anlaşılan çuvalların üstünden atlayarak ön bahçeye ulaştım. Kapı ziline
basarken gözüm erik ağacının önündeki kapağı açık, yan yatmış çeyiz sandığına
takıldı. Dayanamayıp, kapıyı yumruklamaya başladım. İçerden gelen “Babamdır,
açmayın kapıyı, ne olur açmayın, içeri girerse annemi döver” diye atılan çocuk
çığlıklarını duymamla, erik ağacının dalına sıkıştırılmış keseri görmem aynı
anda oldu. “Korkmayın, benim” diye bağırırken bir yandan da elimdeki keserle
çeyiz sandığını parçalamaya başlamıştım. Gözlerimden akan yaşlar, sandık
paramparça olunca, dinmese de nisan
yağmuru gibi altında olmaya doyulmaz bir hâl aldı, içimdeki sıkıntı dağıldı, yok
oldu.