Masadaki tabakta babamın çok sevdiği incirler
duruyor. Ortası çatlamışlarından iki tanesini yiyorum, diğerleri gelecek
sahibini bekliyor; tıpkı yıllarca babamın anısına, annemin yaptığı ve benim
nedenini hiç sorgulamadığım gibi…
Çepeçevre,
metrelerce duvar… İçerde olmamdan rahatsız; beni tükürmek, atmak için
uğraşıyor. Bense, rutubetin zamk gibi yapıştığı bir hücrede, boynumdan ve ayak
bileklerimden zincirlerle bağlıyım olduğum yere. Ağlayan, bağıran, konacak yer
bulamadıkları için üstümde dolaşan martılar, her şeyden haberliymiş gibi uçan
atmacalara dönüşüyor birden. Ciğerlerime bir şey yapışıyor. Nikotinin ağır
katranından daha baskıcı, eritici ve hükmedici… Nem. Ölüyorum ve bir şey
yapamıyorum. Bağırmak için ağzım oynuyor, ciğerlerimdeki hava yetersiz. Ses
duvarlara çarpıp tekrar ağzıma dönüyor. Kocaman, yutulamayan bir lokma
söyleyeceklerim. Korkuyla karışık, bulanık bir âlemdeyim. Sonunda duvarlar
kusuyor ve ter içinde uykumdan uyanıyorum.
Hep
aynı kâbus. Her seferinde uykumda beni rahatsız edecek.
Haftalardır düşünüp duruyorum. Gitmeli miyim? Gidersem
ne olur?
Bilmiyorum ama bilmek istiyorum bu soruların cevabını. Sadece babamın
bildiği,
annemin babamdan aldığı mektuplarla tanıdığı o yeri görmek, o
duyguyu
duyumsamak istiyorum. Yıllar sonra otuzlu yaşlarımın başında annemin
ölümüyle
yüz yüze kaldığım bu gerçeği öğrenmek istiyorum.
Babamın,
hasta ciğerlerine yenik düşüp ölmesinin ardındaki dramı bilme hakkına ancak
şimdi sahibim. Geçen onca yıl hiç sorgulamadan; “Baban, sen daha çok küçükken
öldü”ye inandım. İşte şimdi, elimde
biletim, cebimde mektuplar; babamın soluğunun sindiği duvarı, bedeninin yattığı
taş zemini, hayal kurduğu hücreyi ve ölüsünün çıktığı bahçeyi görmeye hazırım.
Balıkçı
limanında telaşlı bir sabah başlıyor. Teknelerini, ağlarını temizleyen
balıkçılar; ağızlarında sigara, hayatın dışında ama Sinop’un içinde gibiler.
Çevreye dağılmış balıkçı kahvelerinin arasında modern zaman lokantaları boy
gösteriyor. Şaşırtıcı ve bir o kadar büyülü bir sisli şehir, Sinop.
Her
mevsim yağan yağmur, nemi arttırdığı
için, gökyüzüyle deniz arasına; şehrin tepesine sisten bir örtü geriyor.
Kale,
yani hapishane, on bir burcu, yüksek surlarıyla bir zamanlar onca insanı
çiğneyen, yutan, posasını tüküren o değilmiş gibi sisin arkasından göz kırpıyor
bana. Gazetelerde, internette boy boy resimleri olan, babamın mektuplarında
anlattığı, o devasa taş kale,
geçmişinden hiç de utanıyormuş gibi durmuyor. Tam karşımda, beni
bekliyor.
Göğsümdeki
cepte babamın mektupları, sıcaklığını iyiden iyiye hissettirmeye başladı.
İçeriye girmeye çalışan yerli ve yabancı turistlerin sanki bir lunaparka
giriyormuşçasına duydukları heyecanı seyrediyorum. Burası böyle neşeli bir
coşkuyla gezilebilir mi? Hele çocukların kahkahalarının daha giriş kapısından
yankılanması, içime anlatılmaz bir sızı düşürüyor.
Kendimi
toplayıp bilet almak için kuyruğa giriyorum. Babamın yıllar önce zorla
sokulduğu bu yere şimdi para verip girmenin tuhaflığı yüzüme çarpıyor.
Kulübedeki çocuğun sesini çok sonra duyuyorum.
-Bir
milyon beş yüz Yeni Türk Lirası abla.
Her bir
şeyin başına ‘Yeni’ sıfatı gelince ne
kadar da kolay yeni oluyor. Çantamın içinden parayı bulup uzatıyorum. İçeriye
girerken burada yaşananların bir yanılsama olduğunu ya da buranın bir oyunun
dekoru olduğunu düşünmek istiyorum. Avluda ilerlerken; “Haksızlık bu!” dememek
için kendimi zor tutuyorum.
Avluya
açık koğuşlara doğru gidenlerin peşine takılıyorum. İnsanlar, bıyıklarından
yüzü pek seçilmeyen ve cezaevinden bozma bu müzede sanki eviymiş gibi rahat
davranan bir adamın çevresine toplanmış onu dinliyorlar. Yaklaşınca bu adamın
Pala lakaplı, meşhur Akif Şahin olduğunu anlıyorum.
Adına
önce Nazlı Eray’ın Sis Kelebekleri romanında sonra da Sinop cezaevini anlatan
internet sitelerinde rastlamıştım. Geçmişi geleceğe taşıma çabası içinde
durmadan bir şeyler anlatıyor. Anlattıklarını dinlerken, gözlerine bakıyorum.
Acı, mutluluk, vefa, sevgi, nefret hepsi bir insanın gözlerinde ancak bu kadar
net seçilebilir.
-Burada
bir zamanların en ünlü isimleri kaldı; Osman
Cemal Kaygılı, Celal Zühtü Benneci, Kerim Korcan, Burhan Felek, Refik Halit Karay,
Ahmet Bedevi Kuran, Refii Cevat, Osman Deniz, Sabahattin Ali… Çoğunu tanıyorum…
diyor.
Gururla
söylüyor bunları. Bu gurur elbette onları tanımış olmasından kaynaklanıyor.
Konuşmasının arasında öksürük nöbeti tutuyor;
-Rutubetten.
Buraya gelen idam edilmezse bilesiniz ki açlık, ince illet, rutubet, kemiklere
işleyen soğuk alıp götürür adamı. Bir yapıştı mı bırakmaz yakanı, derken yüzü
kararıyor sıkıntıyla.
Bir
zamanların gardiyanı şimdilerin geçmiş rehberi, çok şey anlatmak istiyor ama
bazı şeyler cümlelerin arasına saklanıyor, çıkmıyor bir türlü ortaya. Bunu da
sadece o ve ben anlıyoruz sanki.
Duvarları
kuru, tavanından sular akan Müşahede Hücresinde uzun uzun bakışıyoruz.
Diğerleri şöyle bir bakınıp çıkıyor, biz ikimiz olduğumuz yerde kalıyoruz.
-Duvarlarından
da sular akardı. Kapılar açılınca kurudu hepsi, diyor Pala. Benden cevap
gelmeyince usulca hücreden çıkıp kapıyı üstüme kapatıyor. Cebimdeki mektuplardan en üstte olanını
zarfından çıkartıp; kat yerleri aşınmış, kenarları yırtılmış, bazı yerlerinde
nemden dolayı harfler akmış, kelimeler birbirinin içine girmiş mektubu,
incitmeden açıp ilk satırını okumaya başlıyorum
“Martılar bugün çok neşeli Aysel’im. Kızımın gözleri
gibi masmavi gökyüzü. Bahar geldi, deniz biraz daha duruldu. Gemiler geçiyor
Aysel’im. Senden bana selam getiren gemiler. Hayallere dalıyorum. Kızımın
gözlerinin hayali…” Bu yer, insana bildiklerini unutturan, hatırladıklarını
içinde acıya dönüştüren kocaman bir girdap. Mektubun köşesinde kargacık
burgacık;
“Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül, aldırma
Ağladığın duyulmasın,
Aldırma gönül, aldırma
Görmesen bile denizi,
Yukarıya çevir gözünü:
Deniz gibidir gökyüzü;
Aldırma gönül, aldırma“ dizeleri yazıyor.
Ağlayarak
şarkıyı söylemeye çalışıyorum,
Gökyüzünü babamın gözleriyle görmek
için parmaklıklara tırmanıyorum.
“Aysel’in öldü baba, kızın seni bulmaya
geldi!” diye haykırıyorum.
Parmaklıklardan inip duvarları okşuyorum; nefesini, ellerinin izini,
bedeninin
nemli sıkıntısını duyumsamaya çalışıyorum. İçim
ürperiyor.
Pala,
hissettiklerimin farkında. Kapıyı usulca açıp dışarı çıkmama yardımcı oluyor.
Artık diğer turist gurubuyla ilgilenmiyor, benimle yürüyor. Yanından geçtiğimiz
koğuşların tavanından nemle birlikte duygu süzülüyor. Bir süre ikimiz de
konuşmuyoruz. Koğuşlardan birinin önünden geçerken, suskunluğu Pala bozuyor;
-Burada
Naci diye biri kalırdı. İsmi babamınkiyle aynı diye midir ne; onu iyi
hatırlıyorum. Naci’nin yanında Yılmaz yatardı. Önceleri Hüseyin kalırdı. Belki
de Gaffur? Unutmuşum işte. Biri gelir biri giderdi. Nereye diye sorma. Ya idam
edilir ya başka cezaevine gönderilir, nadiren çıkarlardı çoğu zaman da, rutubet
sonları olurdu.
Bir şey
söylemiyorum. Pala ise, cümlesinin bir yerinde, “Evet işte o! Onu tanıyorum”
demem için hatırladığı tüm mahkûmları anlatıyor. Ama ben sessiz soluksuzum.
Taşlardan soluyan zaman kızgın demir; ciğerlerimi dağlıyor.
Birkaç
saat sonra tüm cezaevini dolaşıyor, avluya iniyoruz. Temiz havada derin bir
nefes alıyorum. Bu kadar kısa sürmesinden dolayı kendimi suçluyorum. O birkaç
saat babamın tüm ömrünü almıştı. Babamın ve diğerlerinin acılarını
hissedebilmek için burada kaç gün kalabilirim? Kendimi sorgulamadan edemiyorum.
Pala,
karşıdaki çay bahçesine davet ediyor beni. Onun yeriymiş. Ama ben daha fazla
burada kalmak hele hele hapishanenin önünde oturup çay içmek istemiyorum. Pala
sessizce arkasını dönüyor. İçeriye yeni giren turist gurubuna doğru yürürken;
-Buradan çıkınca gerçek hayata alışmanız
zaman alacak. Şimdi hazır mısınız turumuza? diye buruk bir sesle bağırıyor.
Bense bir an önce eve dönmek için otogara gidiyorum.
Sinop’tan
döndükten iki gün sonra, incirlerin yanında duran gazetedeki “İki İncir, 1000
İdam Gecesi” başlığına takılıyor gözlerim. Sinop cezaevinde mahkûm olarak üç
yıl yatmış Yılmaz Sezgin’in röportajı.
Gözlerim çok çabuk doluyor. Yılmaz Sezgin, yıllar sonra müze olan
hapishaneyi, Vecdi Erbay - röportajı yapan gazeteci- ile gezerken izlenimlerini,
yeni yazdığı kitabı ve anılarını konuşmuşlar. Kapı girişinde, bir milyon beş yüz Yeni Türk Lirası’na
kesilen biletin alaycılığında; bu ruhu hapishane olan müzeden tekrar
çıkamayacağı korkusunu yaşıyor Yılmaz Sezgin. Tıpkı benim gibi o da inanamıyor
bu sahneye. Vecdi Erbay, gazeteci olduğu için olsa gerek, bilet kesen çocuğun
kolyesine dikkat etmiş; Che Guevera’nın
resmi. Buna dikkat etmediğimi fark ediyorum. Bu sahneyle, girişten itibaren
hayatın oyunu çarpıyor acılı gözlere.
Yılmaz
Sezgin de babam gibi hayaller kurmuş, farelerden korkmuş, iliği kemiği üşümüş
rutubetten. Gazetede yazan her şey babamın mektuplarıyla ve benim
duyumsadıklarımla o kadar özdeşleşiyor ki,
içimde dinmek bilmeyen bir sızının ürpertisiyle röportajı okumaya devam
ediyorum. Yılmaz Sezgin, bir mahkûm olarak Sinop’ta geçen günlerini
romanlaştırmış. Anıları da acıları da bırakmamış yakasını besbelli.
Birkaç
saat içinde geziverdikleri cezaevinin bahçesinde, incir ağacının altında
soluklanıyorlar onlar da.
Masada
duran incirlere bakıyorum, okumaya devam ediyorum;
“Soluk
almak için gölgesine oturduğumuz incir ağacı, başka bir anıyı çağrıştırıyor
Yılmaz’a. Günün birinde bir gardiyan ağaçtan kopardığı dört inciri veriyor
Yılmaz’ın bir arkadaşına.”
İçimde
tarifsiz bir heyecan. Ellerim titriyor. Röportajda yazan, babamın anneme
gönderdiği mektupların birinde anlattığı, babama mevsimin ilk incirini veren
gardiyan.
“Arkadaşı ikisini yiyor, diğer ikisine
dokunmuyor.”
Babam
ikisini yemiş. Diğer ikisini saklamış. Hasta bir arkadaşına vermek için.
“Gardiyan bir anlam veremiyor, ama nedeni birkaç gün sonra
anlaşılıyor. Arkadaşı, hücresinin önünden revire götürülen Yılmaz’a uzatıyor
iki inciri.”
Artık kendimi tutamıyor ağlamaya başlıyorum. Yerimden
kalkıp iki incirin olduğu tabağı alıp kapıya doğru
ilerliyorum. “Sonunda seni buldum baba!” diye haykırıyorum.
* 2007 ÜMİT KAFTANCIOĞLU ÖYKÜ ÖDÜLÜ SONUÇLANDI
Yalın Ses edebiyat dergisinin bu yıl üçüncüsünü düzenlediği "2007
Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması" sonuçlandı. 350 öykünün katıldığı yarışmada, Adnan
Özyalçıner, Osman Şahin, Mehmet Güler, Öner Yağcı ve H. Hüseyin Yalvaç'tan
oluşan seçici kurul “ Acı Dağlar” adlı öyküsüyle Hamdullah Köseoğlu’nu
birinciliğe, Ali Balkız ve Esra Odman’ı ikinciliğe, Bünyamin
Çelebi, Ercan Başar ve Muharrem Erbey’ı ise üçüncülüğe değer gördü.
Seçici kurul
ayrıca İlyas Engiz, Ferhat Öztürk, Z.Şükran Topal, Halit Payza, Gizem Kodak,
İrfan Mutluer, Emine Emel Balcı, Aykut Arslan Yıldız ve Muammer
Küçükergör’ün öykülerini de mansiyona değer gördü.
Birinci, İkinci, Üçüncü ve Mansiyona değer
görülen öyküler "Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülleri–2007" adıyla
kitaplaştırılacaktır.
Ayrıca seçici kurul; Gamze Güler, Simla Sunay, Mine Utku
Savaş, Koray Avcı Çakman, Feride Karataş, Ayşe Çekiç Yamaç, Neşe Baran ve
N.Saygınar adlı katılımcıların öykülerini de okunmaya değer gördüğünü
açıkladı.
İlk üç ve mansiyona değer görülen
katılımcılara plaketleri 14 Nisan 2007 tarihinde Atatürk Kültür Merkezi'nde
yapılacak olan "Ümit Katfancıoğlu Anma Etkinliği"nde
verilecektir.
Tüm
katılımcılarım emeğine, yüreğine ve gösterdikleri ilgiye sonsuz
teşekkürlerimizi sunarız.
YALIN SES YAYINLARI
Ayrıntılı
bilgi İçin:
Öztürk
Tatar
0212 528
67 31
0555 254
27 26
www.umitkaftancioglu.com