|
Nâzım Hikmet Ran |
  |
 |
|
|

20 Kasım 1901'de Selanik'te doğdu (aile çevresinde 40 gün
için bir yaş büyük görünmesin diye bu tarih 15 Ocak 1902 olarak anılmış, kendisi
de bunu benimsemiştir), 3 Haziran 1963'te Moskova'da öldü.
Baba tarafından dedesi Nâzım Paşa valiliklerde bulunmuş,
özgürlükçü, şairliği olan bir kişiydi. Mevlevi tarikatındandı. Anayasacı Mithat
Paşanın yakın arkadaşıydı. Babası Hikmet Bey ise Mekteb-i Sultani (sonradan
Galatasaray Lisesi) mezunu, önce ticaret yaşamını denemiş, başaramayınca
Kalem-i Ecnebiye'ye (dışişleri) bağlanmış bir memurdu.
Dilci, eğitimci Enver Paşa'nın kızı olan annesi Celile
Hanım, Fransızca konuşan, piyano çalan, ressam denecek kadar iyi resim yapan
bir kadındı.
Nâzım Hikmet'in eğitiminde dönemin ileri düşüncelerine
sahip aile çevresinin büyük etkisi oldu. Bir yıl kadar, Fransızca öğretim yapan
bir okulda, sonra Göztepe'deki Numune Mektebi'nde (Taşmektep) okudu. İlkokulu
bitirince, arkadaşı Vâlâ Nureddin'le birlikte Mekteb-i Sultani'nin hazırlık
sınıfına yazıldı. Ertesi yıl ailesinin paraca sıkıntıya düşmesi yüzünden bu
masraflı okuldan alınarak Nişantaşı Sultanisi'ne verildi.
Bu arada dedesi Nâzım Paşa'nın etkisiyle şiirler de
yazmaya başlamıştı. Bir aile toplantısında denizciler için yazdığı bir
kahramanlık şiirini dinleyen Bahriye Nazırı Cemal Paşa çok etkilenerek bu
yetenekli gencin Heybeliada Bahriye Mektebi'ne geçmesini istedi, aileden olumlu
karşılık alınca da bu okula girmesine yardım etti.
Nâzım
Hikmet 1917'de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi'ni 1919'da bitirip Hamidiye kruvazörüne
stajyer güverte subayı olarak atandı. Aynı yılın kışında son sınıftayken
geçirdiği zatülcenp hastalığı tekrarladı. Aile dostu olan Deniz Hastanesi
Başhekimi Hakkı Şinasi Paşanın gözetiminde iki ay süren bir sağaltım döneminden
sonra, kendisine iki ay da evde dinlenme izni verildi. Bu süre sonunda da
toparlanamadığı, deniz subayı olarak görev yapabilecek sağlık durumuna
kavuşamadığı görülünce, 17 Mayıs 1920'de, Sağlık Kurulu raporuyla, askerlikten
çürüğe çıkarıldı.
Bu arada hececi şairler arasında genç bir ses olarak
oldukça ünlenmişti. Bahriye Mektebi'nde tarih ve edebiyat öğretmeni olan,
ayrıca aile dostu olarak evlerine de gelip giden Yahya Kemal'e büyük hayranlık
duyuyor, yazdığı şiirleri gösterip eleştirilerini alıyordu. 1920'de
"Alemdar" gazetesinin açtığı bir yarışmada ünlü şairlerden oluşan
seçici kurul birincilik ödülünü ona vermiş, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Orhan
Seyfi gibi genç ustalar ondan sevgiyle söz eder olmuşlardı.
İstanbul
işgal altındaydı ve Nâzım Hikmet coşkun bir vatan sevgisini yansıtan direniş
şiirleri yazıyordu. 1920'nin son günlerinde yazdığı "Gençlik" adlı
şiiri gençleri ülkenin kurtuluşu için savaşmaya çağırmaktaydı.
1 Ocak
1921'de ise Mustafa Kemal'e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgütün
yardımıyla dört şair, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Nâzım Hikmet, Vâlâ Nureddin,
Sirkeci'den kalkan Yeni Dünya vapuruna gizlice bindiler. İnebolu'ya varınca,
Ankara'ya geçebilmek için beş altı gün, izin ve yol parası beklemeleri gerekti.
Ama Ankara'dan yalnız Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin'e izin çıktı.
İnebolu'da geçirdikleri günlerde, Anadolu'ya geçmek üzere,
onlar gibi izin bekleyen, Almanya'dan gelme genç öğrencilerle tanışmışlardı.
Aralarında Sadık Ahi (sonradan Mehmet Eti adıyla CHP milletvekili), Vehbi
(Prof. Vehbi Sarıdal), Nafi Atuf (Kansu, sonradan CHP genel sekreteri) gibi
kimseler de bulunan bu öğrenciler Spartakistler olarak anılıyor, sosyalizmi
savunuyor, Türkiye'nin Misak-ı Milli sınırlarını ilk tanıyan ülke olarak
Sovyetler Birliği'nden övgüyle söz ediyorlardı. Bunlar Nâzım Hikmet ile Vâlâ
Nureddin için yepyeni bilgilerdi.
Ankara'ya vardıklarında kendilerine verilen ilk görev İstanbul
gençliğini milli
mücadeleye çağıran bir şiir yazmak oldu. Üç
gün içinde yazıp bitirdikleri bu üç
sayfadan uzun şiir Matbuat Müdürlüğü'nce, 1921
martında 11,5 x 18 cm
boyutlarında dört sayfa olarak, on bin adet bastırılıp dağıtıldı.
Şiirin yankıları
o kadar büyük oldu ki, Millet Meclisi üyeleri böyle
güçlü bir çağrının doğurabileceği
sorunların nasıl çözüleceğini tartışmak gereğini
duydular. Matbuat müdürü
Muhittin Birgen şiiri yayımlayıp dağıttığı için olumsuz
eleştiriler aldı.
İstanbullu gençler Ankara'yı doldururlarsa onlara nerede, nasıl
iş bulunacağı
önemli bir sorundu. Meclis'te sorguya çekilmekten tedirgin
olan Muhittin Birgen
bir daha böyle bir duruma düşmemek için, Nâzım
Hikmet ile Vâlâ Nureddin'i
Maarif Vekâleti'ne devretmeye karar verdi.
Bu arada Celile Hanım'ın uzaktan akrabası olan İsmail
Fazıl Paşa, yazdıkları şiirle ortalığı karıştıran bu iki yetenekli şairi
Meclis'e çağırarak Mustafa Kemal Paşaya takdim etti.
Mustafa Kemal'in kendilerine söylediklerini Vâlâ Nureddin Bu
Dünyadan Nâzım Geçti adlı kitabında şöyle aktarıyor :
"Basmakalıp laflara ihtiyaç duymaksızın, Mustafa
Kemal, bizim için çok önemli bir sadede girdi :
"- Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir
yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız, dedi.
"Daha
da konuşacaktı. Fakat aceleyle yanına bir iki kişi yaklaştı. Bir telgraf
getirdiler. Paşa göz atınca telgrafla ilgilendi. Eliyle selamlayıp bizden
uzaklaştı."
Kısa bir süre sonra öğretmen olarak Bolu'ya atandılar.
Bolu'da Ağır Ceza Mahkemesi reis vekili Ziya Hilmi,
eşrafın, din adamlarının daha baştan benimsemedikleri, kalpak giyen, camiye
gitmeyen bu iki genç öğretmeni korudu. Bilgili bir kişi olan Ziya Hilmi onlara
Fransız Devrimi'ni anlatıyor, Lenin'den, Kautsky'den söz ediyor, Sovyetler
Birliği'ni görmek istediğini söylüyordu.
Tutucu çevrelerin baskısına, gizli polis örgütünün
güvensizlik belirten davranışları da eklenince, Bolu'da barınamayacaklarını
anlayan Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin, iyi bir öğrenim görmek, dünyada olup
bitenleri anlamak için Paris'e mi, Berlin'e mi, Moskova'ya mı gitsek diye
düşünürlerken, Ziya Hilmi'nin etkisiyle, Moskova'ya gitmeye karar verdiler. 1921
ağustosunda Bolu'dan ayrılıp doğuda, Kâzım Karabekir Paşanın yanında
öğretmenlik etmeye gidiyormuş gibi davranarak, vapurla Zonguldak'tan Trabzon'a
geçtiler, oradan da gene vapurla 30 Eylül 1921'de Batum'a vardılar.
Böylece
Sovyetler Birliği'ne ayak basan, yirmi yaşın eşiğindeki iki genç şair
Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'ne (KUTV) yazıldılar.
Nâzım Hikmet serbest müstezatı, Fransız şiirinin serbest
ölçüsünü biliyordu. Batum'da "İzvestiya" gazetesinde gördüğü, büyük
bir olasılıkla Mayakovski'nin yazdığı bir şiirin uzunlu kısalı dizelerine,
merdivenli istifine ilgi duymuş, ama Rusça bilmediği için içeriğini
anlayamamıştı. Moskova'ya giderken geçtikleri açlık bölgelerinde
gözlediklerinin etkisiyle yazmaya giriştiği "Açların Gözbebekleri"ni
hece ölçüsüne sokamadığını görünce, "İzvestiya"daki şiirin biçimsel
çağrışımlarından güç alarak, daha serbest yazmayı denedi. Ortaya yer yer hece
kalıplarıyla kurulmuş olsa da, kurallara uymayan, serbest bir ölçü çıktı.
İçine girdiği yeni dünyanın düşünce, duygu yükü altında,
bu serbest ölçüyle yazdığı şiirler birbirini izledi. Rusça öğrenince, devrimci
bir ortamda geçmişin bütün değerlerini hiçe sayarak yazan genç Sovyet
şairlerini okumaya başladı. Bunlar İtalya'da Marinetti'nin başlattığı Gelecekçilik
(Fütürizm) akımının etki alanında yazan, geçmişi yadsıyarak her şeyi gelecekte
gören devrimci şairlerdi.
Bu dönemde yazdığı şiirlerin bazılarını 1923'te "Yeni
Hayat", "Aydınlık" gibi dergilere göndererek yayımlatan Nâzım
Hikmet, üniversiteyi bitirince ülkesine dönmek istedi. 1924 ekiminde, çıkışında
olduğu gibi, gene gizlice sınırdan geçerek Türkiye'ye geldi.
"Aydınlık" dergisinde çalışmaya başladı.
İstanbul'da polisçe izlendiğini anlayınca, bir basımevi
kurmak için İzmir'e geçti. Böylece gözlerden de uzaklaşmış oluyordu. 1925
şubatında Şeyh Sait İsyanı'nın başlaması üzerine, 4 Mart 1925'te Takrir-i Sükûn
Kanunu çıkarıldı. Bazı gazeteler, dergiler kapatıldığı gibi, 1 Mayıs 1925'te
yayımlanan bir bildirge dolayısıyla "Aydınlık" dergisi çevresindeki
yazarların çoğu da tutuklandılar. Ankara'da İstiklal Mahkemesi'ndeki dava 12
Ağustos 1925'te sonuçlandığında Nâzım'ın da gıyaben 15 yıla mahkûm edildiği
görüldü.
Bunun üzerine Nâzım Hikmet saklanmakta olduğu İzmir'den
haziran ayı ortalarında İstanbul'a gelerek gizlice yurt dışına çıkıp yeniden
Sovyetler Birliği'ne gitti.
Cezasının 1926'da Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan
af kapsamına girdiğini öğrenince, resmen yurda dönebilmek için pasaport
isteğiyle hemen Türk Elçiliği'ne başvurdu.
Tekrar tekrar yaptığı başvurulara olumlu karşılık alamadı.
Bu arada 28 Eylül 1927'de İstanbul'da dağıtılan bildiriler yüzünden açılan bir
davada gizli parti üyesi olmak suçlamasıyla, gene gıyaben 3 ay hapse mahkûm
edildi.
Bir buçuk yıl kadar bekledikten sonra Elçilik'ten olumlu
bir karşılık alamayacağını kesinlikle anlayınca, 1928'de Bakû'da ilk şiir
kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü'nü yayımlattı.
Aynı yılın temmuz ayında da, gıyaben aldığı
mahkûmiyetlerden temize çıkmak için, gizlice sınırı geçerek Kafkasya'dan Türkiye'ye
girdi. Arkadaşı Laz İsmail'le Hopa'da yakalandıklarında üstlerinde sahte
pasaportlar vardı. Sınırı izinsiz, üstelik de sahte pasaportlarla geçmek
suçuyla Savcı'nın karşısına çıkarıldılar.
İki arkadaş yargılanmak üzere Rize'ye gönderilmeden önce
Hopa Cezaevi'nde iki ay beklediler. Güneşsiz, havasız, karanlık bir koğuşta,
nerdeyse hepsi köylü olan tutuklularla birlikte yatıp kalktılar. İki arkadaşın
yargılanmak üzere Hopa'dan Rize'ye gönderilmeleri tutukluluklarının sona
ermesini sağladı. Pasaportsuz sınır geçme suçunun cezası üç gün hapisti.
Fazlasıyla içerde kaldıkları için serbest bırakılmaları gerekiyordu.
Ama başka bir suçtan cezaları bulunup bulunmadığını
araştırmak için yapılması gereken yazışmalar uzun süreceğinden, mevcutlu olarak
Ankara'ya gönderilmelerine karar verildi.
4 Ekim 1928'de kelepçeli olarak İstanbul'a getirilişleri
gazetelerde eleştirilere yol açtı. İstanbul'da çıkarıldıkları mahkeme, bütün
suçlamaların birleştirilerek ele alınması için, iki arkadaşın Ankara'ya
gönderilmelerini uygun gördü.
Basın yapılan onur kırıcı uygulamayı açıkça eleştirmeye
başlamıştı. Bir bağışlama yasası çıkarılmış, siyasal tutuklular
salıverilmişken, onların böyle bileklerinde kelepçeyle oradan oraya
dolaştırılmaları kınanıyordu.
Ama yazılanların bir yararı olmadı. 14 Ekim 1928'de Nâzım
ile Laz İsmail, Ankara'ya gene bileklerinde kelepçeleri, arkalarında
jandarmalarıyla gittiler. Hemen sorgulanıp tutuklandılar.
Önceki yargılanmalarından gerekli bilgilerin, belgelerin
toplanması biraz sürdü. Ancak 4 Kasım 1928'de başlayan duruşmaları 23 Aralık
1928'de sona erdi.
Ankara Ağır Ceza Mahkemesi, Nâzım Hikmet'in İstiklal
Mahkemesi'nce verilip bağışlama yasasıyla kaldırılan 15 yıllık cezasına dayanak
olan belgeleri ele alarak nerdeyse yeni bir yargılama yaptı.
Sonuçta tutuklanma tarihlerine göre, ikisinin de önceki
sonraki, bağışlanmış bağışlanmamış bütün cezalardan kurtuldukları anlaşıldı.
Böylece, serbest bırakılmalarına, yüzlerine karşı, oy birliğiyle karar verildi.
Ankara'daki dostları, başta Şevket Süreyya Aydemir olmak
üzere, şairliğine inanan aydınlar, onun Halkevi'nde çalışmasını, Halk şiiriyle
ilgilenmesini, Anadolu'yu dolaşmasını istiyorlardı. Ama Nâzım Hikmet bu gibi
önerileri benimsemeyerek İstanbul'da Zekeriya Sertel'in çıkardığı "Resimli
Ay" dergisinin yazı kadrosuna katıldı.
Bir yandan şiirlerini yayımlıyor, bir yandan da edebiyatın
yerleşmiş değerlerine karşı sert çıkışlar yapıyordu. "Putları
Yıkıyoruz" başlığı altında 1929 ortalarında başlattığı yazı dizisinde
Abdülhak Hâmit, Mehmet Emin gibi şairlere yönelttiği saldırılar basında büyük
yankılar uyandırdı.
Aynı yılın mayıs ayında yayımlanan 835 Satır adlı
kitabı ise büyük bir ilgiyle karşılandı. Bunu gene o yıl çıkan Jokond ile
Si-Ya-U , ertesi yıl çıkan Varan 3; 1+1=1 adlı kitapları izledi.
Temmuz
1930'da "Salkımsöğüt" ile "Bahri Hazer" şiirleri şairin
kendi sesiyle Columbia firmasınca plağa alındı. Yirmi günde tükenen bu plağın
kahveler, lokantalar gibi halka açık yerlerde çalınmaya başlandığı görülünce,
polisin duruma el koyup bazı uyarılara girişmesi sonucu firma plağın yeni
basımlarını yapmaktan vazgeçti.
1 Mayıs 1931 günü bir sivil polisin getirdiği çağrıyla,
ertesi gün Sorgu Yargıçlığı'nda sorgulanması yapıldı. İçişleri Bakanlığı'nın
emri doğrultusunda, ilk beş kitabındaki şiirlerinde "bir zümrenin başka
zümreler üzerinde hakimiyetini temin etmek gayesiyle halkı suça teşvik
ettiği" savıyla mahkemeye verildi.
6 Mayıs 1931 Çarşamba günü saat 15'te, 2. Asliye Ceza
Mahkemesi'nde, Türk Ceza Yasası'nın 311 ile 312. maddelerine dayanarak başlayan
mahkemeye, Nâzım Hikmet koyu renk bir giysi, çizgili boyunbağı, elinde fötr
şapkayla gelmişti. Az sonra Avukatı İrfan Emin Bey de (Kösemihaloğlu) yanında
yerini aldı. Küçük mahkeme odası üniversite öğrencileri, genç şairler, şapkalı
bayanlarla tıklım tıklım doluydu.
Sorgulanmasının bir yerinde Nâzım Hikmet şöyle dedi :
"İddianamede beş altı noktadan suçlama var. Bunların
başında benim komünist olduğumu ilan etmekliğim suç sayılmaktadır. Evet, ben
komünistim, bu muhakkaktır. Komünist şairim ve daha esaslı komünist olmaya
çalışıyorum. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince ben komünist şair olmakla
cürüm işlemiş olmam. Komünistlik bir tarz-ı telakkidir. Diğer iktisadi ve
siyasi meslekler nasıl cürüm değilse, komünist mefkûresi de cürüm değildir.
Benim bir sınıf halkı diğeri aleyhine tahrik ettiğim iddiası söz konusu
değildir."
Bundan sonra yapıtlarını tek tek ele alıp yazılış
amaçlarını açıklayan şair, bir yerde, kendisini Batının emperyalist ülkelerinin
mahkemeye vermesi gerektiğini, bir yerde de, Türkiye'de ekonomik sıkıntı
olduğunu rakamlarla açıklayan Ticaret Odası Dergisi'ne değinerek, halkın
durumundan söz etmek suç ise, ekonomi bilimini ortadan kaldırmak gerektiğini
söyledi.
Sorgulama bitince, Savcı esas hakkında görüşünü
bildirerek,
"Müdafaasına nazaran suç için araştırılan kanuni
unsur ve şeraiti göremiyoruz, beraatini talep ederim," dedi.
Avukat İrfan Emin Bey ise coşkulu, uzun bir savunma yaptı.
Türkiye'nin emperyalizme karşı verdiği savaşa da değindiği konuşmasını,
"İddia makamının talebine katılarak beraatimizi talep
ederiz," diye bitirdi.
Yargıçlar dosyayı incelemek için on dakika ara vererek
içeri çekildiler. Mahkeme salonunda aklanma kararı bekleniyordu. Ama öyle
olmadı, duruşma 10 Mayıs 1931 Pazar günü sabahına ertelendi.
Kimilerinde
kuşku uyandıran bu erteleme ilgiyi büsbütün artırmış, pazar sabahı gelen
dinleyiciler salona sığmayıp koridora taşmışlardı. Karar oybirliğiyle aklanma
olarak okununca, büyük bir alkış koptu.
1932'de Nâzım Hikmet'in Benerci Kendini Niçin Öldürdü
adlı şiir kitabı basıldığı gibi, 1931-32 sezonunda Kafatası, 1932-33
sezonunda Bir Ölü Evi adlı oyunları da Darülbedayi'de (sonradan İstanbul
Şehir Tiyatrosu) sahneye kondu.
Benerci Kendini Niçin Öldürdü?'de Sühulet Kütüpanesi'nce yakında
yayımlanacağı duyurulan Gece Gelen Telgraf nedense 1933 yılı başında Muallim
Ahmet Halit Kütüphanesi'nce yayımlandı. Kitabın kapağı ile üçüncü sayfasında
1932 tarihi vardı, ama sondaki beş şiirin altına 1933 tarihi konmuştu.
Anlaşılan bu kitap basıma hazırlanırken birtakım tedirginlikler yaşanmıştı.
Gece Gelen Telgraf yayımlandıktan bir süre sonra iki dava açıldı. Birini 5
Mart 1933'te kitabı toplatan İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, "halkı rejim
aleyhine kışkırtmak"tan, sırasıyla yazar Nâzım Hikmet'e, yayımcı Ahmet Halit'e,
basımevi sahibi Ali Beye karşı; öbürünü ise, 9 Mayıs 1933'te, yapıtta yer alan
"Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye" adlı yergide "kendisine
ve pederine hakaret ettiği" gerekçesiyle Süreyya Paşa, Nâzım Hikmet'e
karşı açmışlardı.
Oysa şair Gece Gelen Telgraf toplandıktan iki hafta
kadar sonra, 22 Mart 1933'te, gizli örgüt kurmak, üç kentte, İstanbul, Bursa,
Adana'da, duvarlara devrim bildirileri yapıştırarak, kitapçıklar dağıtarak
komünizm propagandası yapmaktan tutuklanmış, bir süre İstanbul'da sorgulanmış,
bu arada öbür davalarının duruşmalarında bulunmuş, ama arkasından, yargılanmak
üzere, 1 Haziran 1933'te, Bursa'ya gönderilmişti.
İdam talebiyle başlayan dava 31 Ocak 1934'te 5 yıl hapis
kararıyla son buldu. Temyiz bu kararı bozduysa da Bursa Mahkemesi 4 yıla indirerek
hapis kararında direndi.
Cumhuriyet'in onuncu yılında çıkarılmış olan bağışlama yasasıyla bu cezanın 3
yılı indirilince geriye bir yıl kalıyordu. Oysa Nâzım Hikmet bir buçuk yıldır
tutukluydu. Böylece 6 ay alacaklı olarak cezaevinden çıkıp İstanbul'a geldi.
1930'da tanışıp 1931'de evlenmeye karar verdiği halde
kovuşturmalar, tutuklamalar yüzünden buna olanak bulamadığı Piraye Altınoğlu
ile 31 Ocak 1935'te evlendi.
Nâzım daha önce de Sovyetler Birliği'nde iki kez
evlenmişti : Birincisi orada görevli bir Türk ailesinin kızı olan Nüzhet Hanım
ile kısa bir evlilikti, ikincisi ise bir Rus kızı olan Dr. Lena ile memleket
hasreti yüzünden sona eren bir evlilik...
Piraye Altınoğlu'nun ise ilk kocasından iki çocuğu vardı.
Bu evlilikle Nâzım Hikmet dört kişilik bir ailenin sorumluluğunu yüklenmiş
oluyordu.
Geçimini sağlamak için "Akşam" gazetesinde Orhan
Selim takma adıyla fıkralar yazmaya başladı. Gene takma adlarla gazetelerde
tefrika edilmek üzere romanlar yazdı.
Bir yandan da İpek Film Stüdyosu'nda senaryo yazarlığı,
dublaj yönetmenliği, film yönetmenliği gibi çeşitli işler yapmaktaydı.
1935'te Taranta Babu'ya Mektuplar adlı şiir
kitabını yayımladı, Unutulan Adam adlı oyunu Darülbedayi'de sahneye
kondu.
1936'da Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı adlı
şiir kitabı ile Alman Faşizmi ve Irkçılığı adlı çeviri derlemesi
yayımlandı.
II. Dünya Savaşı öncesinde sağcı ve solcu yazarlar
arasındaki gerginlik son haddine varmıştı. Basın organlarında karşılıklı
suçlamalar birbirini izliyordu. 1936 sonunda bildiri dağıtmak suçlamasıyla on
iki kişiyle birlikte gene tutuklanan Nâzım Hikmet, 1937 nisanında duruşmaların
tutuksuz yapılmasına karar verilmesi üzerine serbest bırakıldı. Bu davadan
beraat etmesinden kısa bir süre sonra ise, İpek Sineması'nda resmi giysili bir
Harp Okulu öğrencisinin kendisiyle konuşmaya çalışması üzerine, bir
provokasyonla karşı karşıya olduğuna kesinlikle inanan şair, Emniyet Birinci
Şube'ye telefon ederek : "Yapmayın, ben burda çocuklarımın ekmek parası
için didinip duruyorum, siz hâlâ benim peşimdesiniz!" gibi sözler etti.
Aynı
öğrenci bir süre sonra evine geldi. Birtakım sorular soran bu genci şair
ayaküstü verdiği CHP politikasına uygun yanıtlarla başından savdı.
17 Ocak 1938 gecesi akrabası olan Celâleddin Ezine'nin
evinde otururlarken gelen polislerce tutuklanıp kısa bir süre İstanbul
Tevkifhanesi'nde bekletildikten sonra, Nâzım Hikmet Ankara'ya Harp Okulu
Komutanlığı Askeri Mahkemesi'ne gönderildi. Kesinlikle beraat edeceğini umduğu
bu dava, 29 Mart 1938'de "askeri kişileri üstlerine karşı isyana
teşvik" suçuyla 15 yıl ağır hapse mahkûm edilmesiyle sonuçlandı. 28 Mayıs
1938'de temyiz bu cezayı onayladıktan sonra, Ankara Cezaevi'nden alınarak
İstanbul'da Sultanahmet Cezaevi'ne getirildi, kısa bir süre sonra da, haziran
ayı sonlarına doğru, Donanma Komutanlığı'ndan gelen görevliler onu alıp
kelepçeli olarak Köprü Kadıköy iskelesinden bir motorla Adalar açığında
bekleyen Erkin gemisine götürdüler. Önce bir ayakyoluna, sonra sintine ambarına
kapatıldı.
Bu kez de Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nde
yargılanacaktı. 10 Ağustos 1938 günü başlayan davada, on dokuz gün sonra, 29
Ağustos 1938'de, "askeri isyana teşvik"ten, 20 yıl ağır hapse mahkûm
oldu. İki cezası birleştirilince 35 yıl tutuyordu. Mahkeme bunu çeşitli
gerekçelerle 28 yıl 4 aya indirerek karara bağladı.
29 Aralık 1938'de, Askeri Yargıtay'dan gelen onay, son
umutları da boşa çıkardı.
1 Eylül 1938'de İstanbul Tevkifhanesi'ne, 1940 şubatında
Çankırı Cezaevi'ne, aynı yıl aralık ayında da Bursa Cezaevi'ne gönderildi.
Bu cezaevlerinde toplam 12 yıl kalan Nâzım Hikmet
yayımlama olanağı bulunmadığı halde sürekli olarak şiir yazdı.
Cezaevlerinde tanıştığı, Türk halkının güç koşullar
altında yaşayan, yoksul, acılı kişileriyle dostluklar kurdu. Dört
Hapisaneden; Kuvâyi Milliye; Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri;
Piraye'ye Rubailer; Memleketimden İnsan Manzaraları; Ferhad ile Şirin; Yusuf
ile Menofis gibi yapıtlarını bu insanlara okuyup eleştirilerini aldı.
İkinci Dünya Savaşı sona erince, 1946 başlarında, siyasal
havanın görece yumuşadığı düşüncesiyle, suçsuz olduğunu belirterek, yapılan
"adli hata"nın düzeltilmesi için, daha önce de birkaç kez yaptığı
gibi, Büyük Millet Meclisi'ne bir dilekçe ile başvurduysa da bundan bir sonuç
elde edemedi.
1949 ortalarına doğru Ahmet Emin Yalman'ın
"Vatan" gazetesinde yazdığı bir dizi yazı ve gazetenin avukatı Mehmet
Ali Sebük'e yaptırdığı on yazıdan oluşan bir inceleme sonucunda, kamuoyunda
Nâzım Hikmet'in bir "adli hata" yüzünden cezaevinde olduğu görüşü
ağırlık kazandı. Ankara'da avukatlar, İstanbul'da aydınlar topluca
imzaladıkları dilekçelerle cumhurbaşkanına başvurdular. Yurt dışında da
sanatçıların, hukukçuların öncülüğü ile benzer girişimler yapıldı. Bu arada
Birleşmiş Milletler Örgütü'nün danışma organlarından olan Uluslararası Hukukçular
Derneği 9 Şubat 1950'de Nâzım Hikmet'in serbest bırakılması dileğiyle Büyük
Millet Meclisi başkanına, milli savunma ve adalet bakanlarına birer mektup
gönderdi.
Bütün bu girişimlerden bir sonuç alınamadığını gören Nâzım
Hikmet 8 Nisan 1950'de açlık grevine başladı.
Kalbinden, karaciğerinden rahatsız olduğu bilindiğinden,
Ankara'dan gelen emirle, hemen ertesi gün İstanbul'a getirilerek önce
Sultanahmet Cezaevi revirine, sonra da Cerrahpaşa Hastanesi'ne yatırıldı.
Onun açlık grevi kararı almasını önleyemeyince, doğru
Ankara'ya gitmiş olan avukatı Mehmet Ali Sebük, ilgililerle yaptığı ilk
görüşmelerden sonra Nâzım Hikmet'e bir telgraf çekerek, serbest bırakılması
için çareler arandığını, iki kez Başbakan Yardımcısı Nihat Erim'le, iki kez
Adalet Bakanı Fuat Sirmen'le, üç kez Cezaevleri Genel Müdürü Sakıp Güran'la
konuyu ayrıntılarıyla konuştuklarını, ertesi gün de Cumhurbaşkanı İsmet
İnönü'nün kendisini kabul edeceğini, bu durumda açlık grevini şimdilik
ertelemesi gerektiğini bildiriyordu.
Nâzım
Hikmet bunun üzerine avukatının isteğine uyarak 10 Nisan 1950 sabahı açlık
grevini erteledi.
"Vatan"daki yazılarıyla ortada bir "adli
hata" olduğunu açıkça kanıtlamış bulunan Mehmet Ali Sebük, bütün
ilgililerle olduğu gibi, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile de çok olumlu geçen bir
konuşma yaptı.
Artık
her şey işin ne yolla çözüleceğini beklemeye kalmış gibi görünüyordu.
Nâzım
açlık grevini erteleyince Cerrahpaşa Hastanesi'nde muayeneden geçirilip
sağlıklı olduğu saptanarak önce eşyalarını almak üzere Sultanahmet Cezaevi'ne,
oradan da Üsküdar Paşakapısı Cezaevi'ne götürüldü.
Ne var ki Cerrahpaşa Hastanesi'nin verdiği rapor yeterince
açık değildi. Şairin sağlık durumu açısından serbest bırakılmasına karar
verilemiyordu.
On gün kadar bekledikten sonra, Mehmet Ali Sebük, 22 Nisan
1950'de, Adalet Bakanlığı'na bir dilekçe vererek Nâzım Hikmet'in serbest
bırakılıp bırakılmayacağını sormak gereğini duydu. Ne bekleniyordu?
İstanbul Cumhuriyet Savcılığı Cezaevi doktorunun, Bursa
Hastanesi doktorlarının, Cerrahpaşa Hastanesi doktorlarının verdikleri
raporları tutarlı görmeyerek Adli Tıp Meclisi'ne göndermişti. Adli Tıp
Meclisi'nden gelen yanıt şöyleydi :
"Üç ay müddetle bir hastanede tedavisine devam
edilmesi ve bu müddetin sonunda alınacak neticeye göre muamele ifası lüzumlu
görülmüştür."
Ama bu
rapora bile uyulmuyordu. Günler Üsküdar Paşakapısı Cezaevi'nde beklemekle
geçiyordu. Hiçbir şey yapıldığı yoktu.
2 Mayıs 1950 sabahı Nâzım Hikmet yeniden açlık grevine
başladı. Vasisi Avukat İrfan Emin Kösemihaloğlu hem ilgililere durumu bildiren
bir dilekçe yazdı, hem de Ankara'ya giderek Adalet Bakanı'yla görüştü.
Şair bu kez ölünceye ya da serbest kalıncaya kadar grevi
sürdürmeye kararlıydı. Günde dört beş bardak su ile bol bol sigara içiyor, ama
hiçbir şey yemiyordu. İlk üç sabah cezaevi bahçesinde beden hareketleri yapmış,
gün boyunca gazete, kitap okumuştu. Dördüncü günden sonra ise iyice
bitkinleştiği, yataktan çıkmak, konuşmak bile istemediği görüldü.
9
Mayıs
1950 günü cezaevinden ambulansla Adli Tıp
Müdürlüğü'ne götürüldü.
Üç saat süren
bir muayene sonucu doktorlar tam teşekküllü bir hastanede
gözetim altında
kalması gerektiğine karar verdiler. Cerrahpaşa Hastanesi'nde tek
kişilik bir
odaya yatırılmak istendi. Ama Nâzım Hikmet'in, "Ben kobay
değilim,
hakkımın verilmesi için açlık grevi yapıyorum. Greve
cezaevinde devam
edeceğim," diye diretmesi üzerine, hastane yetkilileri bu isteği
bir
tutanakla saptayıp imzasını aldılar. Gene Üsküdar Paşakapısı
Cezaevi'ne
götürüldü.
Bu
arada, yurt içinde, yurt dışında, gösteriler, toplantılar birbirini izliyor,
bildiriler dağıtılıyor, olaylar yaşanıyor, imzalar toplanıyor, "Nâzım Hikmet"
adında iki sayfalık bir gazete çıkarılıyor, ilgililere sürekli mektuplar yazılıyordu.
Nâzım Hikmet açlık grevinin on ikinci gününde sekiz kilo
kaybetmiş, çok kötü duruma düşmüştü. Hemen Cerrahpaşa Hastanesi Cerrahi
Kliniği'ne kaldırılarak kendisine serum takıldı. Daha sonra da Verem
Pavyonu'ndaki tek kişilik bir odaya yatırıldı.
On altıncı güne gelindiğinde, artık yaşamının "tıbbi
müdahalelerle" uzatılmakta olduğu söyleniyordu. Bu durum başvuruların
yönünü birdenbire değiştiriverdi.
Bu kez dostlarından, sevenlerinden Nâzım Hikmet'e
telgraflar, mektuplar yağmaya başladı.
Açlık grevini sürdürüyordu, ama Büyük Millet Meclisi
beklenen genel bağışlama yasasını görüşmeden tatile girmişti.
14 Mayıs 1950'de ise yeniden seçim yapılacaktı.
Seçimlerin sonucu alınıp yeni hükümet kurulana kadar greve
ara vermeliydi.
Yüzlerce telgrafın, mektubun yanı sıra, topluca imzalanmış
dilekçeler de geliyordu.
Nâzım
Hikmet 19 Mayıs 1950 Cuma günü saat 17:03'te, kendisine gelen mektupları
coşkuyla okuyan vasisi Avukat İrfan Emin Kösemihaloğlu'na, açlık grevine son
verdiğini bildirdi.
Çok
hırpalanmıştı. Hastanede doktorların yakın denetimi altında bile sağlığının
düzelmesi oldukça uzun sürdü. Serbest bırakıldığı tarihe kadar, iki aya yakın
bir süre Cerrahpaşa Hastanesi'nde kaldı.
14 Nisan 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti'nin
çıkardığı bağışlama yasası, Büyük Millet Meclisi'nde tartışılırken, Nâzım
Hikmet'in bağışlanmaması için, çok tatsız, çok üzücü konuşmalar yapıldı.
Sonuçta gergin bir ortamda çıkarılan yasa onu doğrudan
bağışlamıyor, yalnızca cezasının üçte ikisi indirilenler kapsamına alıyordu. 12
yıl 7 ay yatmıştı. 28 yıl 4 aylık cezasının geri kalanı bağışlanıyordu.
15
Temmuz 1950'de, Cerrahpaşa Hastanesi'nde, artık serbest olduğu kendisine avukatlarınca
bildirildi.
Nâzım Hikmet cezaevindeki son iki yılına girerken
görüşmeci gelen dayı kızı Münevver Berk'e âşık olmuştu.
Cezaevinden çıkınca karısı Piraye'den ayrıldı.
Kadıköy'de, önce annesinin Cevizlik'teki evinde, sonra bir
apartman katında Münevver Hanımla yaşamaya başladı. Gene İpek Film Stüdyosu'nda
çalışıyordu.
26 Mart
1951'de, bir oğulları oldu. Adını Mehmet koydular.
Gerçi cezaevinden çıkmıştı, ama polisçe sürekli
izleniyordu. Evinin önünde hep bir cip bekliyor, nereye gitse polisler de
arkasından geliyorlardı. Kitaplarını yayımlatma, oyunlarını oynatma olanağını
bulamayacağı anlaşılıyordu. Kuvâyi Milliye'nin yayın hakkını alan bir yayınevi
çıkmışsa da, kitap bir türlü yayımlanmıyordu.
Bu sırada Kadıköy Askerlik Şubesi'ne çağrıldı. Askerliğini
yapmamış olduğu, hemen sevkedilmesi gerektiği bildirildi. Bahriye Mektebi'ni
bitirdiğini, güverte subaylığı yaptığını, hastalanarak çürüğe çıkarıldığını
söylemesi üzerine elinden bir dilekçe alınarak serbest bırakıldı.
Birkaç ay sonra tekrar şubeye çağrılarak kendisine
Sivas'ın Zârâ ilçesine gitmeye hazırlanması söylendi. İsteği üzerine Haydarpaşa
Hastanesi Sağlık Kurulu'na gönderildi. Kurula on ay önce Cerrahpaşa
Hastanesi'nden aldığı, kalbinden, ciğerlerinden rahatsız olduğunu gösteren
raporları sunduysa da askerliğini engelleyecek bir durumu olmadığı kararına
varıldı.
Bu arada
bir doktor kulağına bu işin sonunu iyi görmediğini fısıldadı. Şubeden
hazırlıklarını yapmak için bir haftalık izin aldı.
17 Haziran 1951 sabahı, askerlik işini düzeltmek amacıyla
Ankara'ya gideceğini söyleyerek evden ayrılan Nâzım Hikmet'in 20 Haziran
1951'de Romanya'ya vardığı Bükreş Radyosu'ndan öğrenildi.
Sonradan yazılanlara göre, akrabası olan Refik Erduran'ın
kullandığı bir sürat motoruyla İstanbul Boğazı'ndan Karadeniz'e açılmış,
Bulgaristan sahillerine çıkmayı amaçlarken, yolda rastladığı bir Rumen
şilebiyle Romanya'ya gitmişti.
Oradan Moskova'ya geçmesi üzerine, Nâzım Hikmet, 25 Temmuz
1951'de, Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarıldı.
Münevver
Hanım ile oğlu Mehmet ise polisçe yakından izlenmeye devam edildiler. Yurt
dışına çıkmalarına ise kesinlikle izin verilmedi.
Dışarda birçok uluslararası kongreye katılan, çeşitli
ülkelere yolculuklar yapan Nâzım Hikmet büyük bir ün kazandı. Yapıtları çeşitli
dillere çevrildi. Pek çok kitabı yayımlandı.
Ama gittiği ülkenin artık gençliğindeki o coşkulu,
geleceğe umutla bakan Sovyetler Birliği olmadığını kısa sürede anlamıştı.
Dergilerde Mayakovski'den söz edilmiyor, Meyerhold'un, Tairov'un adları bile
anılmıyor, eski dostlarından kimi sorsa, "Bilmem, nicedir görmedik,"
yanıtını alıyordu.
Şiirlerinin çevirilerinde anlamı değiştiren yanlışlar
bulunması canını sıkmaktaydı.
Nâzım Hikmet'in özellikle sanat yapıtlarında Stalin'e
dönük içi boş, anlamsız yüceltme sözlerinin yinelenip durmasını yadırgadığını
söylemesi uyarılmasına neden olmuştu. Ayrıca böyle bir pot kırmaması için, onun
Stalin yerine Malenkov'la görüştürüldüğü söylenir.
Moskova'ya 1951 temmuzunda ulaşan Nâzım Hikmet, ağustosta,
Fadeyev'le birlikte, Berlin'de Dünya Gençlik Festivali'ne katıldı.
Eylül'de Bulgaristan'a gitti. Orada Fahri Erdinç'le,
cezaevi arkadaşı Betoven Hasan'la karşılaştı. Türklerin köylerini dolaştı,
sorunlarını dinledi, bol bol Türkçe konuştu.
1-6 Aralık 1951'de, gene Fadeyev'le Viyana'da yapılan
Dünya Barış Kongresi'ne gittiler. Orada Aragon'la, Frédéric Joliot-Curie'yle
tanıştı, öldüğünü sandığı, KUTV'dan arkadaşı Çinli devrimci Emi Siao (Sİ-YA-U)
ile karşılaştı.
Arkasından Prag'a giderek Uluslararası Barış Ödülü aldı.
Sovyetler Birliği'nin desteklediği Dünya Barış Konseyi'nin
etkinliklerinde önemli bir rol oynamaya başlamıştı.
25 Haziran 1952'de Asyalı üyelerin toplantısına katılmak
üzere Pekin'de; 1-5 Temmuz 1952'de Kore Savaşı'na karşı bir toplantıya katılmak
üzere Berlin'deydi. Amerikan emperyalizminin kışkırttığı bu savaşa Türk
hükümetinin asker göndermesini kınıyor, Kore'de halkımızın Amerikalılar için
kan dökmesine neden olanlara karşı konuşmalar yapıyordu.
5 Ekim 1952'de bir barış toplantısı için gene Viyana'ya
gitti. Bu toplantının açılış konuşmasını yaptı.
12-19 Aralık 1952 tarihleri arasında ise bir kez daha
Viyana'da bir araya gelindi. Bu çok büyük toplantıda seksen üç ülkeden 1700
delege vardı. Burada açılış konuşmasını yapan Frédéric Joliot-Curie'den,
Aragon'dan başka, Jean-Paul Sartre, Pablo Neruda, Diego Rivera, Arnold Zweig da
vardı.
1952
yılı sonunda Nâzım Hikmet artık Dünya Barış Konseyi'nin yönetici kadrosundaydı.
Çok çeşitli kentlerde toplantılara katılıyor, bu arada Varşova'ya da gidiyordu.
Polonyalılarla arası son derece iyiydi. Elinde belirli bir ülkenin vatandaşı
olarak sürekli bir pasaportu bulunmadığını gören, ayrıca büyük dedesi yoluyla
Polonyalı Borzenski ailesinden geldiğini öğrenen dostları, ona bir Polonya
pasaportu çıkardılar. Böylece Nâzım Hikmet büyük dedesinin soyadıyla Polonya
vatandaşlığına kabul edilmiş oldu : Nâzım Hikmet Borzenski.
Dünya Barış Konseyi'nin eylemleri aralıksız sürüyor,
gittikçe daha büyük kalabalıkların ilgisini çekiyordu.
22-29 Haziran 1955'te Helsinki'de yapılan Dünya Barış
Toplantısı'na doksan ülkeden 2000 delege geldi. Nâzım Hikmet bu toplantıda Türk
delegesi olarak söz aldı. Toplantı sonunda bir kez daha Dünya Barış Konseyi'nin
yönetici kadrosuna seçildi.
6 Ağustos 1955'te Japonya'nın Hiroşima kentinde
öğrencilerle ev kadınlarının düzenlediği Dünya Barış Konferansı ise soğuk savaş
çerçevesinde komünist propagandası filan diye küçümsenecek gibi değildi.
Hiroşima'ya atom bombasının atılışının onuncu yıldönümüydü. Nükleer
araştırmalara karşı bütün dünyadan 33 milyon imza toplanmıştı. Nâzım Hikmet bu
toplantıda bir barış delegesi konumunun ötesinde, dünyanın en büyük
şairlerinden biri olarak alkışlandı.
1956'da, sekiz ay kadar, "özgürlükçü komünizmin
örneği" olarak gördüğü Polonya'da kaldı, öbür toplumsalcı ülkelere oradan
gidip geldi. Dünya Barış Konseyi'nin yönetici kadrosunda olması sürekli
yolculuklara çıkmasını gerektiriyordu.
Sovyetler Birliği'nin soğuk savaş adına ağırlık verdiği
barış propagandası (ki karşıtları buna barış saldırısı diyorlardı)
tartışılamayacak bir doğruya dayandığı için, Nâzım Hikmet'in büyük bir
içtenlikle katıldığı bir etkinlik olmuştu. Böyle bir propagandaya siyasal
kaygılarla girişilmese de, onun bir şair olarak şiirlerinde aynı propagandayı
yapacağı, barışı savunacağı kuşku duyulamayacak bir gerçekti. Katıldığı
toplantılarda, yaptığı konuşmalarda kendi düşüncelerini söyledi. Bir
propagandacı değil, içtenlikle duygularını ortaya vuran bir şair olarak görüldü.
Bu
yıllarda yazdığı savaş karşıtı, nükleer silahlar karşıtı şiirleri bestelenerek,
Paul Robeson gibi Pete Seeger gibi dünyaca ünlü şarkıcılarca söylendi.
Nâzım
Hikmet Sovyetler Birliği'nde komünizmin geçirdiği
gelişmelerden, proletarya adına başlatılan diktatörlüğün
bir kişi
diktatörlüğüne dönüşmesinden çok
tedirgin olmuştu. Düşüncelerini açık açık
söylemekten çekiniyor, susuyor, zor durumda kalırsa başına
bir şey gelmemesi
için inanmadığı sözler ediyor, ama yeri geldikçe
güvendiği arkadaşlarına bu tedirginliğini
yumuşak bir dille aktarıyordu.
Örnekse, 1951 yılında, İlya Ehrenburg'a şöyle demişti :
"Stalin Yoldaş'a büyük bir saygım var, ama onu güneşe
benzeten şiirler okumaya dayanamıyorum, bu yalnız kötü şiir değil, kötü
duyarlık."
Aslında bir konuk olarak bulunduğu Sovyetler Birliği'nde
Stalin'den korkmaması olanaksızdı. Ayrıca çevresindeki katı komünistlerin
tepkilerinden de çekiniyordu. Özgürlükçü davranışları, birtakım uygulamaları
eleştirişi zaten göze batmakta, arada bir yakınlarınca uyarılmaktaydı. Bir iki
kez de sorumlu kişilerce uyarılmıştı. Kulağına, disiplinsiz davranışlarını
sürdürürse, yemeklerine katılan ilaçlarla yavaş yavaş zehirlenebileceği, ya da
bir kazaya kurban gidebileceği gibi dedikodular da geliyordu.
5 Mart 1953'te Stalin ölünce Yazarlar Birliği önde gelen
şairlerden bu acı olayı yansıtan şiirler yazmalarını istedi.
Nâzım Hikmet de bir şiir yazdı, ama Stalin'i her şeyin
üstüne çıkarıp tek başına putlaştırmayan, Marx, Engels, Lenin'le birlikte,
devrimin içindeki yerine koyarak anan bu şiir, sonuçta halkın birliğinin
önemini vurguluyordu.
1956
martındaki Yirminci Kongre'de, Kruşçev'in inanılmaz açıklamalarıyla Stalin'in
cinayetleri ortaya döküldüğünde ise, Nâzım Hikmet, bunu Lenin'in geri dönüşü
olarak değerlendiren "Yirminci Kongre" adlı şiirini yazdı.
1956 eylülünde ağır bir zatürree geçirdi. 3 Kasım 1956'dan
27 Temmuz 1957'ye kadar, Çekoslovakya'daki Yasenik Sanatoryumu'nda dinlendi.
1957'den
sonra, Yazarlar Birliği adına Sovyetler Birliği'nin doğudaki ülkelerine
yolculuklar yapmaya başladı. Stalin'in büyük kıyım uyguladığı bu bölgede Türkçe
konuşan halklar vardı. Buralarda gerçek dostlar kazanan Nâzım Hikmet,
Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan'da gördüklerinden, dinlediklerinden
çok rahatsız oldu.
Stalin döneminin ağır bir eleştirisi olan İvan İvanoviç
Var mıydı Yok muydu? adlı oyunu, 11 Mayıs 1957 günü Moskova Yergi Tiyatrosu'nda
sahneye kondu. Bir tek gece oynandıktan sonra yasaklandı. Bu olay Nâzım
Hikmet'i çok üzdü. Bayağı bunalıma girdi. İntihar etmeyi bile düşündü.
Moskova'da Stalin döneminin baskısı hâlâ duyuluyor, katı komünistler,
özgürlükçü komünistlerin önünü kesmek istiyorlardı.
Ama bu
oyun daha sonra başka tiyatrolarda, Riga'da, Çekoslovakya'da, Bulgaristan'da vb
sahnelendi.
Nâzım Hikmet 1958 mayısını Dino'larla birlikte, Münevver
Andaç'ın genç kızlık yıllarının kenti Paris'te, ona gönderme yapan şiirler
yazarak geçirdi. Cezaevindeyken yazdığı şiirlerde onu andığı gibi
"Gülüm" diyordu, "Paris'te kimi gördün?" sorusunu,
"Genç kızlığını Mimi'nin," diye yanıtlıyordu. Oysa 1955 yılı sonlarından
beri yeni bir sevda fırtınası yaşamaktaydı. Vera Tulyakova adında genç bir
kadına âşık olmuş, onu Moskova'da bırakarak gelmişti. "Sensiz Paris" derken
kimin özlemini çektiğini anlamak kolay değildi.
Nâzım Hikmet 1958 haziranında ise Leipzig'e giderek Bizim
Radyo'da çalışan Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, Yıldız Sertel'le buluştu.
Türkiye'den tanıdığı insanlarla bir araya gelmek ondaki dinmek bilmez memleket
özleminin acısını biraz olsun hafifletiyordu.
Münevver
ile Mehmet'i İstanbul'da bırakıp gurbete çıkalı yedi yıl olmuştu. Oğlu
fotoğraflarda büyüyordu. Ülkesinin insanlarıyla buluşmak onlarla buluşmak
gibiydi.
Ama Türkiye'den ayrıldığı 1951 haziranından beri karısına
duyduğu ardı arkası kesilmez özlem, Nâzım Hikmet'in başka kadınlarla ilişki
kurmasına engel olmamıştı.
1952'de göğsündeki ağrılar yüzünden yatırıldığı Barvikha
Sanatoryumu'nda üç ay kadar kalmış, burada kendisine âşık olan Galina
Grigoryevna Kolesnikova adında çok genç bir doktor kıza yakınlık duymuştu.
Hastaneden çıkınca birlikte yaşamaya karar vermelerini Yazarlar Birliği'nin de
uygun görmesiyle, Dr. Galina şairin özel doktoru olarak görevlendirilmişti.
Bu özel doktor gece gündüz Nâzım Hikmet'le ilgileniyor,
evini çekip çeviriyor, ilaçlarını veriyor, yemeklerini düzenliyor, dinlenmesini
ayarlıyor, yolculuklara birlikte gidiyordu. Şair yıllarca süren bu yakın
ilginin birkaç kez kendisini ölümden döndürdüğünü söylerdi.
Dr.
Galina onun evli olduğunu, karısını sevdiğini biliyordu. Münevver Andaç'ın
çıkıp gelmesine hazırlıklıydı. Bir gün bu iş olursa şairi karısına bırakıp
köşesine çekilecekti. Ama bambaşka bir olay yaşandı.
1955 yılı sonlarına doğru, Soyuz Multifilm Enstitüsü'nden
Arnavut giysileri konusunda bilgi almak üzere Nâzım Hikmet'i görmeye gelen
Valentina Brumberg'in yanında, Vera Tulyakova adında genç bir kadın yardımcı
vardı.
Bursa'da 1948 yılı sonunda yaşanan olay bir çırpıda
tekrarlanıverdi. Şair gene yaşamında "ilk defa" âşık oluyordu. Ama bu
kez gönül verdiği genç kadının evli olduğunu, bir de kızı bulunduğunu bir yıl
sonra öğrenecekti.
Elinde çikolatalar, çiçeklerle, Arnavut giysileri
konusunda daha fazla bilgi vermek için, Soyuz Multifilm Enstitüsü'ne sık sık
gitmeye başladı.
Sevdalandığı genç kadının savaşta ölmüş olan babasından
altı yaş daha büyüktü.
Çevrelerindekilerin başlangıçta bir şakalaşma gibi
baktıkları ilişki gittikçe ciddileşiyordu.
Ne var ki 1956 eylülünde geçirdiği ağır zatürree Nâzım
Hikmet'i uzun süre Moskova'dan uzak kalmak zorunda bıraktı.
3 Kasım 1956'dan 27 Temmuz 1957'ye kadar, dokuz ay,
Çekoslovakya'daki Yasenik Sanatoryumu'nda sağlığına kavuşmayı beklerken gene de
aklı hep Moskova'daydı.
Vera Tulyakova ayrıldıkları gün ona bu işi daha ileri
götürmek istemediğini, dönüşte ilişkilerini sona erdirmeleri gerektiğini
söylemişti, ama tam tersi oldu.
27 Temmuz 1957'de Moskova'da buluşur buluşmaz hemen bir
ortak iş yaratıp Sevdalı Bulut'un senaryosu üstünde birlikte çalışmaya
başladılar. Senaryo kabul edilince arkasından filmin çekimi sırasındaki
beraberlik geldi.
Ama
Nâzım Hikmet yolculukları yüzünden ikide bir Moskova'dan ayrılmak zorunda
kalıyordu. 1957 yılı sonunda bir ay Bakû'deydi, 1958 ocağından nisanına kadar
Varşova'da, Mayısta Paris'te, haziranda Leipzig'deydi
Ağustos sonunda Moskova'ya dönünce Vera Tulyakova'ya
birlikte bir oyun yazmayı önerdi. Yazılması 1959 boyunca süren oyun 1960
başında Yermalova Tiyatrosu'nda sahnelenirken, ikisi de artık yaşamlarını
birleştirmeye karar vermişlerdi.
Nikâhlı olmadıkları için, Nâzım Hikmet'in, Münevver
Andaç'tan boşanması herhangi bir işlem gerektirmiyordu. Sekiz yıldır birlikte
olduğu Dr. Galina'ya ise Peredelkino'daki daçasını, 1957 model Volga limusin
otomobilini, eşyalarını, televizyon, radyo, teyp, nesi varsa, kitaplarını,
tablolarını, her şeysini, noterde kâğıt imzalayarak devretti. Kendisine
yalnızca Moskova'daki apartman dairesini bırakmıştı.
Bunun üzerine Vera Tulyakova'yla birlikte Bakû'ye gidip
Kafkaslar'ın kuzeyindeki bir tatil merkezi olan Kislovodsk'ta üç ay baş başa
kaldılar. Nâzım Hikmet çok mutluydu, ama her an da bu mutluluğu yitireceğinin
korkusuyla tedirgindi. Gittikçe daha fazla kıskanmaya başladığı genç kadınla
evlenmek, onu kendisine bağlamak istiyordu.
Yoksa geçirdiği kıskançlık bunalımları hiç sona
ermeyecekti.
Moskova'ya dönüşlerinden bir süre sonra Vera Tulyakova
kocasından ayrıldı, ama kızını babasına bırakmak zorunda kaldı.
18 Kasım
1960'ta Nâzım'la genç kadın nikâhlandılar.
Münevver
Andaç ile Mehmet konusunda ne düşüneceğini Nâzım Hikmet de pek bilemiyor,
örnekse 17 Temmuz 1959'da, Vera Tulyakova'yla diz dize çalışırlarken, "İki
Sevda" adlı şiirine, "Bir gönülde iki sevda olamaz / yalan /
olabilir" diye başlıyordu.
1961 nisanında şair Paris'e ikinci kez gittiğinde yanında
karısı Vera da vardı. Bu yolculuk bir balayı niteliğindeydi. Paris'te kırk gün
kaldılar.
Mayısta
Nâzım Hikmet oradan yalnız olarak Dünya Barış Komitesi adına Fidel Castro'ya
Barış Ödülü vermek üzere Küba'ya gitti.
Paris'ten ayrılmadan önce, İtalya'nın Barış Konseyi
delegelerinden Joyce Salvadori Lussu ile karşılaşmıştı. 1958 haziranında
Stockholm'de yapılan Barış Konferansı'nda tanıştığı Lussu, onun aşk şiirlerine
hayran olmuştu, ama, Piraye ile Vera'yı bilmiyor, bütün bu şiirleri Türkiye'den
dışarı bırakılmayan karısı için yazdığını sanıyordu.
1960 haziranında İstanbul'a gidince Münevver Andaç'la
tanışmak olanağını buldu. Evine konuk olduğu, iki çocuğuyla tek başına verdiği
yaşam savaşımını ayrıntılarıyla öğrendiği, pek beğendiği bu kadını çocuklarıyla
birlikte Türkiye'den kaçırmayı aklına koydu.
İtalyan Komünist Partisi'nden olumlu yanıt alamayınca
başka çareler aradı. Kendince birtakım planlar yaptı. O günlerde eyleme geçmeyi
düşünüyordu.
Paris'te
Nâzım Hikmet'le karşılaştığında söyledi ona karısıyla çocuğunu Türkiye'den
kaçıracağını. Nâzım sevindi, ama pek inanmadı.
1961
temmuzunda zengin bir işadamı olan Carlo Guilluni, yatıyla turistik bir yolculuğa
çıkmış havasında, Ege'deki Türk limanlarını dolaşıp bol bol para harcayarak
sonunda Ayvalık'a demir attı. Bu arada Joyce Lussu İzmir'de yattan ayrılıp
uçakla İstanbul'a gitmiş, karşı kaldırımdaki cipte bekleyen polisleri atlatarak
Münevver Andaç ile iki çocuğunu Ayvalık'a getirmeyi başarmıştı. Onlar gelir
gelmez yat hemen demir alıp Yunanistan'ın Midilli adasına yöneldi. Karanlıkta
oldukça tehlikeli bir deniz kazası geçirdilerse de, Yunanlı balıkçılarca
kurtarılarak sonunda Atina'ya ulaştılar.
Ağustos başında Münevver Andaç, Renan, Mehmet
Polonya'daydılar.
Nâzım Hikmet Küba'dan yeni dönmüştü.
Varşova'daki buluşmaları pek içten olmadı. Nâzım onları
havaalanında karşılamadı, ertesi gün kaldıkları otelin lokantasına geldi.
Münevver ikinci bir kadının varlığını biliyordu, Nâzım evlendiğini ona
yazmıştı, ama kocası olarak gördüğü kişinin başka bir kadınla evlendiğini yeni
öğrenmiş gibi davranmayı içine düştüğü durum açısından daha uygun buldu. Son
zamanlardaki mektuplaşmalarında birtakım tatsızlıklar yaşamışlardı.
Münevver kocasının Moskova'da yıllardır bir kadın doktorla
birlikte oturduğunu da biliyordu.
Nâzım ise İstanbul'dan gönderilen bir mektupla karısının
kendisini aldattığı yolunda uyarılmıştı. Buna inanmak duyduğu vicdan azabını
biraz olsun azaltıyordu. Tıpkı Piraye'den ayrılmaya kalktığı günlerde yaptığı
gibi, hem yaşamına, hem de şiirlerine karşı ağır bir suçluluk duygusu içinde,
sarılacak bir dal araması çok doğaldı.
Yeni karısı Vera da bunca olaydan sonra çok tedirgindi. Bu
noktaya geldikten sonra Nâzım'ı kaybetmek istemiyordu.
Çok güç durumdaki şair ise bu iki kadını birbirinden uzak
tutmazsa büyük sıkıntılar yaşayacağını çok iyi anlıyordu.
Münevver ile çocuklarını, bu arada yıllarca özlemini
çektiği oğlu Mehmet'i, kendisini çok seven Polonyalı dostlarına emanet ederek
Moskova'ya götürmemeye karar verdi.
Bir
daire tutuldu, eşyalar alındı, Münevver Andaç'a Doğu Dilleri Fakültesi'nde bir
öğretmenlik görevi bulundu.
Nâzım
Hikmet 1961 eylülünde Berlin'deydi. Ayın 11'inde yazdığı "Otobiyografi"sinde,
"sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım / şu kadarcık haset etmedim
Şarlo'ya bile / aldattım kadınlarımı / konuşmadım arkasından dostlarımın"
diyordu.
1962 ocağında Kruşçev'in aracılığıyla Nâzım Hikmet'e
Sovyetler Birliği pasaportu verildi. Şubatta, Vera'yla birlikte, Asya ve Afrika
Yazarlar Birliği Kongresi'ne katılmak üzere Mısır'a gittiler. Sovyetler'le
gerginlik içinde olan Çinliler'in Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşımadığı
için, Türk delegesi sayılamayacağını söyleyerek Nâzım Hikmet'e itiraz etmeleri,
şairin diliyle, varlığıyla nasıl Türkiye'ye bağlı olduğunu anlatan bir konuşma
yapmasına neden oldu. Ayakta alkışlanan bu konuşma onun kongreye başkan
seçilmesini sağladı.
Nâzım Hikmet sağlığının gittikçe bozulmasına karşın, 1962
yılında Prag, Berlin, Leipzig, Bükreş'te yapılan toplantılara katılmaktan geri
durmadı.
1962 kasımında Vera'yla birlikte gezmek, dinlenmek için
İtalya'ya gittiler : Milano, Floransa, Roma. Oradan, yeni yılı Dino'larla
birlikte karşılamaya, Paris'e geçtiler.
Türkler, Türk yemekleri, Türk dili en büyük dinlenme,
arınmaydı şair için. Karısını ise tüketim toplumlarının göz kamaştırıcı
alışveriş olanaklarıyla mutlu etti.
4 Ocak
1963'te gene Moskova'ydılar.
1963 şubatında Nâzım Hikmet Asya ve Afrika yazarlarının
Tanganika'daki toplantısına katıldı.
Martta, nisanda Berlin'deydi.
Nisan sonunda Moskova'ya dönünce "Cenaze
Merasimim" adlı şiirini yazdı.
Mayısta,
oturdukları apartman dairesi temizlenip boyanırken, Staraya Ruza'daki bir
daçada kaldılar.
Staraya Ruza'dan döndükten kısa bir süre sonra ise, 3
Haziran 1963 sabahı, Nâzım Hikmet bir kalp krizi sonucu Moskova'daki evinde
öldü.
Yazarlar Birliği'nin düzenlediği bir törenle
Novodeviçiy Mezarlığı'na gömüldü.
Fotğraflar ve özyaşam için kaynakça:
http://www.nazimhikmetran.com
.
|
 |
|
|
 |
 |
|
|
   |
  |
 |
|
|
|
|