“Büyük
adam ne zaman ve hangi alanda küçük adam olduğunu iyi
bilir. Küçük adam küçük olduğunu
bilmez ve bunu bilmekten korkar. Kendi
küçüklüğünü ve yetersizliğini
başkalarının gücü ve büyüklüğünün
kendisinde uyandırdığı
güç ve büyüklük
görüntüleriyle örter. Büyük
generalleriyle övünmektedir ama
kendisiyle övünmez. Kendisinde var olan düşünceye
değil, kendi aklına gelmeyen
düşünceye hayrandır. En az anladığı şeylere en çok
inanır ve kolayca anladığı
fikirlerin doğru olduğunu kabul etmez….”
Wilhelm Reich’in “Dinle Küçük Adam” adlı yapıtından
alınan yabana atılmayacak bu sözler; bugün trafik kazalarından, cinnet
geçirenlerden, asgari ücret tartışmasından uzaklaştırırken parmaklarımın
dokunduğu tuşlar, çocukluğumdaki büyük adamların ne kadar küçük olduklarını
ekranıma yansıttı.
Oysa bugün, güneşin tenimi ısıtan renginden, yaz
çiçeklerinden. Hani o begonyaların çiçeklerini gizlice kopardığım günlere
yolculuk yapmak ister sabah gazetelerine göz gezdirirken ben’leri gördüm.
Küçük adam, büyük adam’lar.
Tüm sorun da küçük ve büyük adam olmaktan kaynaklanmıyor mu?
Benlik öylesine gelişmiş ki yaşamımızda.
Soframız aşkımız, yemeğimiz, canımız olmuş.
‘Ben’ bilirim… Ben yaparım… Ben okurum… Ben ben ben…
Ben’in sözlük anlamına baktığımızda ego, ene, haltendeki
benek.
Bende ise; köle, kul, ben.
Bencillik (hodperestil) doğurmuş sözcükler adeta.
Senaryo “Ben” başrolde benim (sahici kadın), benimki (sahici
erkek) Rejisör benbencilik.
Tabi ki, bacakların arkasında ortadan dikişli ince çorabı
ile 50’li yılların starlarından Belgin Doruk’un beni’nden söz etmiyoruz.
Ben de.
Hani o siyah-beyaz filmlerinde perdeyi uzun kirpikleri ve
gözleriyle kaplayan Şoray’ın dudağının kenarındaki ben’i de değil bu.
Bu ben, miniklerin “ben de isterim” gibi de değil.
“Devletin” As’larından parlamentoya kadar uzanıp,
beyaz camda karşılaştığımız, boğaz köprüsündeki intihara kalkışan yağız
delikanlının ben’ine kadar uzanıyor.
Tüm sorun ben’de. Evet yanlış anlamadınız tüm sorun ben’de.
Dudaklarını kalın göstermek için, rujunu etrafına bulaştıran
kırmızı dudaklı fahişenin dudağının kenarına silah kalemiyle oturttuğu benin
bile bir anlamı var kuşkusuz.
Sorun işte o ben’de… O ben onun fahişeliğini artırıyor…
O ben Şoray’ın tacını korudu yıllarca. O ben Susurluk
kamyonundan fırladı.
Fırladı ve dilinin ortasına oturdu “sarışın dilberin”.
O ben şeriat sözcüğünü meclise taşıdı.
O ben laikliğin savunuculuğunu sokaklara döktü.
O ben Mustafa Kemal’i tabulaştırmadı mı?
Tüm sorun o ben’de.
Lahmacun kralı ve Türk müziği ile arabesk müziğinin acılı
sesi İbrahim Tatlıses milletvekilliğine soyunacakmış. Öyle inşaatlarda atlet
ile çalışmaya benzemiyor Tatlıses’in Millet-vekili olması. ”Ben” diyor acıların
zengin veledi “Halkımıza hizmet vereceğim”… Kimler vermedi ki? Bir sen vermeden
alsan ne olur?
Tüm sorun o ben’de.
Ben, diyen meclis kürsülerinde.
“Ben ülkemi en iyi şekilde temsil edeceğim” diyerek, yemin
ediyorlar.
Sarışın dilber de öyle demedi mi?
“Ben” dedi, aldı prensini yanına. Ben’i tırmandı, tırmandı…
Sırça köşklerde ABD’nin çanını çaldı günlerce.
Ben’ler doğurdu benlikleri.
Kimi sarışın kimi esmer, kimi melez.
Kimi erkek kimi dişi.
Ben ise bugün “ben”imi anlatamamanın derdine düştüm.
Ben’im.
Ben’i satırlarda aramaya gerek kalmadı…
Mavi mor boyalı çatısında yuva yapan kırlangıçların yaşadığı
çocukluğumdaki ben’in renkleri yaşama dalmış süzüyor.
Süzüyor Ben’i Ben’leri, Ben’liği.
Kırmızı kiremitlerin, mavi-mor boyalı evlerin yerini
kaplayan beton yığınlarında ‘ben’ gecelerin sessizliğine bürünüyor.
|