Muhtar, odadaki küçük masanın üzerinde,
zırlayarak dönüp duran çalar saati
gördüğünde önce korktu ve duraksadı, ardından da
şaşkınlıktan ağzını bir karış açtı. Masanın üzerinde, daha
önce hiç duymadığı türden tuhaf bir ses çıkaran
bu nesnenin canlı bir varlık olup olmadığından emin değildi. Saatin
sesinin kesildiğine kendisini inandırdıktan hemen sonra, aleti eline
aldı ve tik tak sesini daha iyi duyabilmek için saati kulağına
dayadı. Anlayamadığı tek şey bu koca oyuncağın, köye dün gece
gelen, genç kentli mahkumun evinde ne işi olduğuydu! Merakını
yenmek için kentli mahkuma yöneldi ve garip sesler
çıkaran bu aletin ne olduğunu sordu. Genç mahkum, aletin
zamanı gösteren bir makine olduğunu ve istenilen zamanda kuş gibi
ötüp kendisini uyandırdığını söyledi. Muhtar,
genç kentliyi dinledikten sonra bir kat daha şaşırdı. Onu asıl
şaşırtan şey, saatin bir hayvan tarafından çekilmeksizin
çalışıyor olmasıydı. Nasıl oluyordu da bu alet, kendi kendisine
günlerce, durmaksızın çalışabiliyordu! Hem insanlar nasıl
güvenebiliyorlardı bu metal yığınına! “Demek kentlerde
yaşayan insanlar, güneşe bakmıyorlar çalışmaya başlamak ve
akşam eve dönmek için” diye hızlıca geçirdi
kafasından. O anda beyninin guddelerinde binlerce farklı köy
senaryosunun oluştuğunu duyumsadı. Evin penceresine doğru koştu.
Dışarıda, evden gelen tuhaf sesin kaynağını merak ettiği için
bekleşen bir kaç köylüye saati göstererek
“Asrın buluşu bu! Artık bu köyde hiçbir şey eskisi
gibi olmayacak!” diye haykırdı. O günden sonra, muhtar,
saatin yeni sahibi oldu.
Köylüler,
saatin tam olarak ne işe yaradığını anlamamış olsalar da, köyün en görmüş
geçirmişi olduğunu düşündükleri için kendilerine baş seçtikleri bu yaşlı adamın
her dediğine inanırlardı. Saatin, kendilerine kral tarafından gönderildiğini, bu
gencin bir mahkum gibi değil de kralın elçisi gibi karşılanması gerektiğini
düşünmeye başladılar. Oysa genç, başkentte, dolandırıcılık suçundan mahkum
edilmiş, kentin en büyük hapishanesinde iki yıl yattıktan sonra, kalan iki
yılını da dağların arasında sıkışmış kalmış, yolunu kaybedip de yanlışlıkla
gelenlerin dışında kimsenin uğramadığı bu köyde çalışarak geçirmesi için
gönderilmişti. Dün gece yarısı, elleri ve gözleri bağlı bir biçimde köye
getirilip, köyün mahkumlar için tahsis ettiği küçük eve yerleştirilmişti.
Hakkındaki tüm belgeler, kimlik bilgileri ve suçunu belirten bir rapor, muhtara
teslim edilmişti. Bir mahkum olduğu için muhtarın emrine verilmiş ve kaderi,
muhtarın iki yıl sonunda köye gelecek olan güvenlik kuvvetlerine vereceği rapora
bağlanmıştı. Oysa, köydeki herkes çok iyi biliyordu ki iki yılın sonunda ne
güvenlik görevlileri gelecekti ne de muhtar bir rapor yazacaktı. Köye en son, 13
yıl öncesinde gönderilen iki mahkum kardeş, gelecek olan güvenlik görevlilerini
yıllarca bekleyip, umutlarını yitirdikten sonra, yaşamlarını köyde devam
ettirmeye karar vermişlerdi. Köyde evlenmişler, çocukları olmuş ve diğer
köylüler gibi sabahtan akşama kadar tarlada çalışarak yaşamlarını kazanmayı
öğrenmişlerdi. Bu tazecik gencin kaderinin de daha önce gelenlerinki gibi
olması, her ne kadar bazı köylülerin yüreklerini burkmuşsa da genç mahkumun
zırlayan bir saatle gelmiş olması ve onlara kentlilerin yaşamlarından bir küçük
kesit sunması, köylüleri genel anlamda mutlu etmişti. Genç mahkum, kral diye bir
kavramın artık kalmadığını, ülkeye demokrasinin hakim olduğunu, başbakanın
ülkeyi yönettiğini söylemiş olsa da köylüler kabul etmediler genç mahkumun
söylediklerini. Ülkede olan en büyük hareketlenmelerden bile nasibini alamayan
bu köye, nasıl anlatılabilirdi ki kralın alaşağı edilip, yerine seçimle gelen
başbakanların getirildiğini? Hem köylüler yine de anlayamıyorlardı kralsızlığı!
Nasıl olur da koca ülke, kralsız olurdu!
Genç mahkumun köye gelişinden
iki gün sonra, köylüler, yüzyıllık bir değişimin eşiğinde buldular kendilerini.
Muhtar, köyün tüm erkeklerini topladı ve bundan sonra güneşin hareketlerine göre
değil de saatin kadranlarına göre çalışacaklarını, bu biçimde daha düzenli bir
yaşama ilk adımlarını atacaklarını, bu köyü, yaşamlarında hiç görmedikleri o
büyük kentler gibi işleyen güzellikte, muhteşem bir yer yapacağını, saatin bunun
ilk adımı olduğunu söyledi köylülere. Köylüler, her ne kadar muhtarın
söylediklerinden pek bir şey anlamamış olsalar da kabul ettiler bundan sonra
güneşin doğuşuyla değil de saatin zırıltısıyla uyanmayı. Fark eden bir şey
olmayacaktı sonuçta! Akşamları da saatin sesi ile bitireceklerdi çalışmayı. Her
gün aynı işi yapan, sabahın ilk ışıkları ile tarlaya varan ve çalışmaya başlayan
köylüler için, ne bir günün diğer günlerden ne de bir ayın diğer aylardan farkı
vardı. Memurların hasat zamanı gelip, tarlalardan çıkan ürünler karşılığında
köyde yetişmeyen farklı ürünler vermesi dışında, köyde mevsimleri birbirinden
ayıran başka bir olay da yoktu zaten. Köylüler, şaşılacak bir çabuklukla
alıştılar saatin varlığına. Sabahları, saat 6:00’da uyanıp tarlanın yolunu
tutuyorlar, öğlen yemek için saat 12:00’da yarım saatlik bir ara veriyorlar,
akşam saat 6:00 olana kadar yine çalışıyorlardı. Muhtar ise sabahları 05:30’da
uyanıyor, köydeki tüm evlere tek tek uğrayarak, köylüleri kaldırıyor, onları
tarlaya gönderdikten sonra, evlerin kapılarını kilitliyor, sonra da kendisi
tarlaların yoluna koyuluyordu. Tarlada yaptığı ciddi bir iş yoktu. Hem yaşlı
olduğu için hem de muhtar olduğu için, köylüler ona ses çıkarmıyorlardı. Bir de
saatin köye gelmesinden sonra, muhtarın en büyük meşguliyeti, saatle uğraşmak
olmuştu. İki de bir saatin içini açıyor, çarkların yerlerini kontrol ediyor,
aynı sistemi kurup öküzü olmayan bir arabayı tarlada çalıştıracağı günün düşünü
kuruyordu. Ara sıra, mekanizmanın karmaşıklığından dolayı kafası allak bullak
olsa da hemen tarlaya koşup güneşin altında kan ter içinde çalışmakta olan genç
mahkuma soruyordu. Böylece, bir ay sonra, tahtadan bir mekanizmanın ilk
tasarısını ortaya çıkarmıştı. Görünürdeki tek sorun, makinenin çalışmasını
sağlayan kurma mekanizmasını oluşturan ince, çelik şeritleri nereden bulacağı
idi. Muhtar, bu sorunu düşünmeden tasarılarına devam etti.
Genç
mahkumun köye gelmesinin üzerinden 4 ay geçmişti. Hasat zamanı yaklaşıyordu.
Muhtar, öküzü olmayan araba tasarılarına bir süre ara vermek zorunda kaldı.
Görünürde, ürün miktarının geçen yıllardakinden fazla olduğu yoktu. Oysa bu
durum, saatin anlamsızlığını ortaya koyuyordu. Saatli bir köyün daha fazla
üretmiş olması gerektiğini düşünüyordu, muhtar. Ne yapıp ne edip bir şeyler
düşünüp hasat zamanı gelene kadar ürün miktarını artırmayı başarmalıydı.
Böylece, köylülerin gözünde değeri artacak, kendisi ve saati, köylüler
tarafından daha saygıdeğer olarak görülecekti. Muhtar, üretimi artırmanın
çalışma saatlerini artırmaktan başka bir yolu olabileceğini düşünecek
yetkinlikte değildi. Tarlalarda çalışmanın yöntemi değiştirilemezdi ya da
çalışan köylülerin sayısı artırılamazdı. Sonuçta, köydeki eli, ayağı sağlam tüm
erkekler çalışıyordu tarlada. Henüz çocuk doğurmamış kadınların hemen hepsi de
tarlada idi. Köyün yaşlılarını tarlalara getirmek ise saçmalık olurdu. Hem
getirseler ne olacaktı! Yaşlıların üretime bir katkısı olamazdı. Bu durumda
geriye tek bir şık kalıyordu: Çalışma saatlerini artırmak. Bu ise başka bir
riski barındırıyordu. Köylüler, her gün, neredeyse 12 saat çalışıyorlar, eve
geldiklerinde ise yorgunluktan, erkenden uykuya dalıyorlardı. Bu durumu
köylülere izah edemezdi. Bu yüzden, kafasında tasarladığı planı uygulamaya karar
verdi.
Önceleri, sabahları saati 15 dakika ileriye, akşamları da 15
dakika geriye alıyordu. Böylece ilk hafta, köylüler, gün başına yarım saat fazla
çalışmış oldular. Bu durum, muhtarı memnun etmiş olsa da tatmin etmedi. İkinci
hafta, sabahları, saati yarım saat ileri aldı ve akşamları da yarım saat ileri
aldı. Bir kısım köylüler, daha fazla çalışmaları nedeniyle kuşkulanıyorlardı ama
yine de saate ve muhtara olan güvenlerinden dolayı, seslerini çıkarmıyorlardı.
Muhtar, sabahları, saati bir saat ileriye alıp akşamları da bir saat geriye
almaya başlayınca, köylüler durumun iyice zorlaştığını ve yorgunluklarının
dayanılmaz boyutlara ulaştığını duyumsuyorlardı. Saate olan güvenleri
kaybolmuştu çünkü saat yüzünden daha fazla yoruluyorlardı. Muhtarın saate olan
güveninden korkmasalar, gidip muhtar ile konuşacaklar, bir yerlerde bir hata
olduğunu söyleyeceklerdi. Oysa, başkentten getirilen, tik tak işleyen bu saate
mi inanırdı muhtar yoksa köylülere mi? Köylüler, öğlen yemeği sırasında saatin
köyün geleceği için gerekliliğini tartışırken, muhtar, öküzlerden bağımsız, saat
gibi işleyen bir arabanın düşü ile fazlasıyla meşguldü.
Hasat zamanına
bir ay kala, muhtar, saatle o kadar oynamıştı ki artık gerçek zamanın ne
olduğunu kendisi de bilmiyordu. Artık sabahları kafasına göre davranıyor,
köylüleri canı istediği zaman kaldırıyor, canı istediği zaman da saati ayarlayıp
iş sonu yaptırıyordu. Öyle oluyordu ki bazı günler köylüler, 15 saate yakın
çalışıyorlardı. Muhtar, köylülerin ne kadar yoruldukları ile ilgilenmediği için,
sorunu görmüyordu da. Oysa, köyde ufacık bir alev, isyan yangınını
başlatabilirdi. Böylesine bir olaya neden olmamak için bir gece yarısı toplanan
dört genç köylü, saati ortadan kaldırmaya karar verdiler. Saatin, köye
yorgunluk, baş ağrısı ve dedikodudan başka bir şey getirmediğinde hemfikirdi
hepsi de! O yüzden, muhtarın evine gizlice girip saati çalmaya, ardından da
köyün dışında bir yerde parçalamaya karar verdiler.
Muhtar, gündüz sürekli olarak
düşündüğü öküzsüz araba tasarıları
ile o kadar yorgun düşmüştü ki o gece, değil saatin
sesi, uyuduğu odada bomba patlasa duymazdı. Genç
köylülerden birisi, eve büyük kolaylıkla girip bir
kaç dakika sonra elinde saatle çıktığında, planı yapan
diğer genç köylüler bile şaşırdı. Korktukları
şeylerden birisi de saatin ellerinde iken çalmaya başlamasıydı.
Hızlıca köyün dışına çıktılar. Ellerine
geçirdikleri taşlarla, saati parçalayıp, ufak
parçaları ırmağın sularına bıraktılar. Artık saat yoktu ve
köylüler eski yaşamlarına dönebilirlerdi.
Sabah, çalmayan saat yüzünden muhtar geç
uyandı. Muhtar kendilerini çağırmadığı için hemen tüm köylüler geç uyandılar.
Saatin ortadan kalkması ile tarlaya geç gidilmiş, çalışmaya geç başlanılmıştı.
Köylüler, durumdan gayet memnun idiler. Muhtar ise saatin başına neyin geldiğini
düşünmekten başka bir şey yapmadı. Köylülerin evlerini aradı, tek tek herkesi
sorguya çekti, çocukları evlerin dışında ne varsa aramaları için görevlendirdi.
Bir hafta sonra, saatin yokluğuna tüm köy alışmıştı. Muhtar da inadı bırakıp
saatin ortadan kalkmasının kendi hatası olduğuna inanarak, eski yaşamına geri
döndü.
Üç yıl sonra, köye gönderilen yeni bir mahkum, yanında çantalı
bir plak çalar getirdiğinde, muhtar, köyün erkeklerini bir daha topladı.
Köylüler, muhtarın neler söyleyeceğini çok iyi
biliyorlardı...
18 Ekim 2003, Çayapum/ Tayland
|