İnsanlığın İnanç Evrimine Kısa Bir Bakış:
 
İnsan, insan olmaya iki milyon yıl önce başlamıştı. Bu insan olma uğraşısı  bir buçuk milyon yıl sürdü. Bu süreç, gerçekten de çok uzun bir dönemdi.
 
İnsan, var olduğundan bu yana 'Doğa Ana'nın çeşitli sürprizlerine karşı hazırlıklı olmak için çok büyük bir çaba ortaya koymuş ve çevresinde olup bitene anlam vermeye çalışa gelmişti. Yaşamını sürdürebilmek için, içgüdülerinin de yardımıyla, zekasını, yiyecek ve içecek bulmak, doğal felaketlerin üstesinden gelebilmek, gücünün yetmediği vahşi hayvanlardan korunmak, soğuktan donmamak gibi yaşamsal önemdeki gereksinimleri için kullana gelmişti.
 
'Doğa Ana'nın sürprizlerinin en kötüsü ise 'Ölüm'dü. Evet, yaşayan her şey ölüyordu. Sürekli yaşamak, yani 'Ölümsüzlük' içgüdüleriyle yeryüzüne gelen insan, ne yazık ki bu acı olay karşısında çaresiz kalıyor ve ölüp gidiyordu. Bu, böyle olmamalıydı. Kendisini bu doğal olaylardan koruması için, yardım isteyeceği, kendisinden daha güçlü olduğunu düşündüğü bir gücün varlığını kabul etmek zorunda kalmıştı.
 
Kendisinden yardım beklediğinden dolayı, bu varlığın suyuna göre gitmek, onu kızdırmamak, gözüne girmek için onu öven dualar söylemek, ona adaklar ve kurbanlar sunmak gibi kurnazca da yollar bulmuştu. Kutsadığı bu güç bazen yırtıcı bir hayvan veya yılan, bazen sığındığı bir mağara, bazen de büyük bir kaya ya da bir dağ veya yıldırım olmuştu. İnsanın kayıtsız şartsız boyun eğdiği bu varlıklara süreç içinde güneş, ay ve yıldızlar da katılmıştı.
 
Dört yüz bin yıl önce 'Ateş'i bulunca, hemen ona taptı. O, kendisi için gerçekten değerli ve güçlü bir tanrıydı. Sanki 'Güneş' Tanrı'nın yeryüzündeki elçisiydi. Değdiği şeyi yakıp, kavuruyordu. Soğukta kendisini ısıtıyor, geceleri aydınlatıyordu. Ayrıca onunla yiyeceklerini pişirerek daha kolay yenilecek duruma getiriyordu. Ve onu hiç söndürmedi...
 
Çağlar boyunca insan beyni ilerledikçe ve bu totem ve tanrıların 'Foya'ları yavaş yavaş ortaya çıktıkça, tanrılarını başka yerlerde ve başka biçimlerde arama yoluna yönelmişti. Çok uzun bir süreçten sonra tanrılarının yukarılarda bir yerlerde olduklarına, kendilerini inandırmışlardı. Bu yukarılardaki tanrılar doğal olarak insanlara benziyorlardı. Erkek olanları vardı, kadın olanları da. Ama bunlar, insanlara göre kat kat daha güçlü kuvvetli, daha güzel, daha büyüktüler.
 
Böylelikle, yukarılarda olan ve görünmeyen tanrılarının foyalarının da ortaya çıkmayacağını düşündüler. Bir baş Tanrının yanı sıra, bir sürü de başka tanrı ve tanrıçalar vardı. Aşkın, savaşın, barışın, yağmurun, yıldırımın, ormanın, bereketin, fırtınanın... Hemen her olayın ya da kavramın bir tanrı veya tanrıçası vardı. Onlar kendi aralarında sürekli konuşup tartışırlar, birbirleriyle kavga yaparlar hatta bazen savaşırlardı da. Bu güçlü tanrıların karşısında zavallı ve aciz olan insanın, bunlara kölelik yapmaktan başka seçeneği de kalmamıştı. Efendilerinin bu kadar işlerinin arasında, maazallah onları kızdırmamak ve onların suyuna gitmesi gerekmişti. Kızarlarsa, insanın üzerine seller, fırtınalar, yıldırımlar, depremler ya da karlar göndererek onu perişan edebilirler, onu çarpabilirler veya durup dururken birini sakat edebilirlerdi. Bir sevdiklerinin canlarını alabilirlerdi. En kötüsü de insana o günkü yiyeceğini ve içeceğini vermeyerek ya da salgın hastalıklar göndererek, onu ölüme terk edebilirlerdi. Onun için insan, tanrılarına karşı kurnaz davranmaya devam etmiş, onlara övücü dualar edip, kurbanlar adayarak kölelik yapmayı sürdüre gelmişti.
 
Ve insan, kendisinde doğuştan var olan 'Savunma mekanizmaları' yardımıyla da 'Kötü Tanrı'yı, yani 'Şeytan'ı da çoktan bulmuştu. İşlediği bir suçu veya günahı hemen şeytanlara havale ediyordu.
 
Yine bu savunma mekanizmaları sayesinde 'Ölüm'e de çare bulmuştu. Bu çarenin adı 'Ruh'tu. Bedeni ölüp çürüyecekti, artık bunu öğrenmişti ama ruhu sonsuza dek yaşayacaktı. Hem de eğer Tanrılarının gözüne girmeyi başarırsa, yukarılarda, onların yanında ve çok daha iyi koşullarda yaşayacaktı. Bu arada, hayvan ve bitki totemlerini de değiştirerek, onları da görünmez kılmıştı. Bunların yeni adları ise 'Cinler' ve 'Periler'di.
 
Özellikle 'İlkel Toplum'dan 'Köleci Toplum'a doğru ilerlerken, insanların bazı kurnazları 'Kahinlik' işini ortaya çıkararak Tanrılarla, ruhlarla, cinler ve perilerle konuşabildiklerini öne sürüp, kendilerinin tanrıların ve 'Gayb'ın, yani görünmeyen dünyanın yeryüzündeki elçileri olduklarına insanları inandırmayı başarmışlardı.
 
İnsan, on bin yıl önce ekinle tanışmıştı. Böylelikle el emeğinin fazla üretime dönüşmesiyle birlikte, 'İlkel Toplum Dönemi' kapanıp 'Köleci Toplum Dönemi' başlamış oluyordu. Köleci Toplumda ise artık krallar kendilerini Tanrıların arkadaşları, hatta Tanrı ilan ettiler. Onun içindir ki bu kadar toprakları, malları, askerleri, köleleri ve güçleri vardı. Bu krallara karşı Ordoğu'nun yoksul halk kitlelerinin arasından da bazı kişiler ortaya çıkarak kendilerinin Tanrı'nın yeryüzündeki elçileri olduklarını ileri sürerek, bu krallara karşı bir muhalefet geliştirmişlerdi.

[ANA SAYFA] [CD Hos Geldin...] [Ahsap Bulutlar] [29 Harfle...] [Izdüsüm] [Sensizligi Üsüyorum] [Martilar Mavi...] [Alternatif Bir Kuran...]