Mevlüt Asar - Bir Şiir Yarışmasının Düşündürdükleri
 
40 yıllı aşan göç serüveni sonunda artık Almanya'da kültürel altyapısıyla, edebiyat ve sanatıyla "Türkiye Kökenli Bir Göçmen Azınlık"tan bahsetmek gerekiyor. Tüm göçlerde olduğu gibi Türkiyeliler kalıcılık eğilimi arttıkça, kendini kültürel altyapılarını oluşturmaya ve bu alt yapıya dayalı kültürel, sanatsal, edebi ürünler vermeye başladılar.

Ardından çeşitli kuruluşlar ve yayın organlarınca düzenlenen şiir ve öykü yarışmaları gündeme geldi. Bunlardan en günceli, Nerdeyse 5 kıtadan 117 adayın katıldığı Öz Yapım ve sanal edebiyat sitesi Havuz (http://www.havuz.de) taşıyılıcığında Anafilya (http://www.anafilya.org), Yankı.info (http://www.yanki.info) gibi bazı internet dergilerinin desteğiyle yapılan şiir yarışması oldu.

Bu şiir yarışmasında ve daha önce yapılan birkaç yarışmada seçici kurul (jüri) üyesi olarak görev aldım. Jüri üyeliğinin büyük bir sorumluluk gerektirdiğini, yarışmaların katılan genç şairler için çeşitli riskler taşıdığını, ödüllendirmelerin herzaman isabetli olmadığını biliyordum. Tüm bu sakıncalara karşın, şayet iyi düzenlenirlerse, ''yarışmaların'', yetenekli şairlerin önünün açılmasına, şiirin kalitesinin yükselmesine yardımcı olacağına inanıyorum.

Jüri üyesi olarak değerlendirme yaparken, Türkiye'de yapılan bir yarışmada kullanılan "ölçüt"leri aynen kullanmanın nesnel olmayacağını düşündüm. Çünkü burada "yeni bir kültür" , hatta "yeni bir dil" oluşuyordu. Ve doğal olarak bu yeni-kültürde /dilde üretilen edebi ürünler gelinen ülkede yaratılan ürünlerden farklı olacaktı. Bu ürünler eski yurttan getirilen tarifelere ya da örneklere göre yapılsalar da göç edilen ülkenin unu, yağı, şekeri veya tuzu ile yapılıyorladı.Farklı izlekleri, farklı söylemleri, hatta farklı bir "dili" olacaktı. Ancak bu kullanılan anadilin, Türkçe'nin yozlaştırılması, önemsenmemesi sonucunu doğurmamalıydı. Yazan kişinin/ yazarın herşeyden öne yazdığı dili çok iyi bilmesi, o dildeki şiir dağarcığına, şiir-sözlüğüne hakim olması gerekiyordu.

Göçmenlik koşullarında yazan kişi için iki olasılık vardır(*). Ya anadili; Türkçeyi ya da ikinci dili, Almancayı, yazın dili olarak kullanmak. Şairlerin ve düşünürlerin dili olarak bilinen, dünyanın en zor dillerinden biri olan Almancayı yazın dili olarak kullanabilmeyi başaran 2. kuşak yazar yok denecek kadar az oldu. Saliha Scheinhardt, Zehra Çırak, Zafer Şenocak, Emine Sevgi Özdamar...bu gruba dahil edilebilecek yazarlarımız.

Almanya'daki Türkiyeli birinci kuşak yazarlar (Aras Ören, Güney Dal, Fethi Savaşcı ve çeviriler hariç Yüksel Pazarkaya) için Türkçe herzaman yazı dili olarak kaldı. 1970'li ve 80'li yıllarda bir anlamda mülteci olarak Almanya'ya gelen yazarlar da ( Özakın, Bahadınlı, Polat, Makal, Akçam, Baykurt...) Türkçe yapıtlar verdiler. Ancak, Türkiye ve Türkçeyle organik bağlarının kopmuş olması, Almanya'ya "uyum" sağlayamamaları bu yazarların yazınsal üretimlerine de yansıdı. Kimileri üretemez duruma gelirken, kimileri de "kendi" düzeyinin altında ürünlerlerle yetinmek zorunda kaldı.

Yazın serüvenine burada, Türkçe yazarak başlayan 2. kuşak yazarlar ve şairler için ise durum çok farklıydı. Bu yazarlar için yazmak, bir tür kimlik arayışı, "çoğunluk toplumu''nu eleştirme, ya da göçün ortaya çıkardığı sorunları dile getirme aracı oldu. Eserlerinde bol bol gurbet, yabancılık, ayrımcılık, anlaşılamamak, vatan hasreti gibi konuları işlediler. Sosyolojik çalışmalara kaynaklık edebilecek, ancak edebi açıdan bir çok eksiklikleri olan, dilin geri plana itildiği kitaplar yayınlandı.

Ancak yazdığı dili önemseyen ve yaşadıkları ülkeyi, sosyal kültürel ortamı yazınsal yapıtlarına malzeme yapmayı başarabilenler ile "dışar"da olmanın kazandırdığı yeni duyarlılık, zenginlik ve bakış açılarını kullanabilen 1. ve 2. kuşak yazarlar, türkçe yazmalarına karşın belli ölçüde başarıya ulaştılar. Bunlara örnek olarak-yukarıda anılan, Pazarkaya, Dal, Ören'e ilave olarak- Habip Bektaş'ı, Gültekin Emre'yi, Kemal Yalçın'ı, Ali Özenç Çağlar'ı, Özgen Ergin'i...sayabiliriz.

Gülbahar Kültür, Osman Engin, Selim Özdoğan gibi Almancayı yazın dili olarak kullanabilen Türkiyeli kökenli genç yazarların sayısı giderek artıyor. Ancak 3. kuşak diyebileceğimiz genç yazarların/şairlerin (burda doğmuş olanlar da dahil) çoğu hala Türkçeyi yazın dili olarak tercih ediyorlar. Bu durum belki de insanların kendi dillerine sahip çıkması anlamında övünülecek, olumlanması gereken bir durum. Ne ki, üretilen ürünlere baktığımızda genel olarak dil-düzeyinin düşük olduğu; yetenekli ve başarılı sayılabilecek genç yazanların/şairlerin dilinin de yer yer "taklitçi" ya da "konserve" bir dil olduğu göze çarpıyor.

Hangi konu (öz) üzerine yazılırsa yazılsın, her şiirin bir yapısı(biçimi) vardır. Bu yapıyı dolduran, onu ete kemiğe büründüren ise "dil", yani "söz"dür. Bu bağlamda edebiyat yapılabilen her dilin bir şiir dağarcığı, bir şiir sözlüğü vardır. Her şair kendinde önce oluşmuş olan bu şiir dağarcığından yararlanır. Acak şair sadece bir tüketici veya "tekrarcı" değil, aynı zamanda üretici ve yenilikci olmak zorundadır. Bu dağarcığa yeni imgeler, yeni deyişler katmakla da yükümlüdür. Yarışmaya katılan 117 şairin şiirlerin dili incelendiğinde, bir çoğunda çeşitli akımların Türk şiirine kattıkları birikimden yararlandıkları/etkilendikleri dikkati çekiyordu: Garipciler'i, 2.Yeni'cileri anımsatan dizeler, imgeler yanında; örneğin Nâzım Hikmet'in, Ahmed Arif'in, Enver Gökçe'nin, Hasan Hüseyin'in, Atilla İlhan'ın şiirlerinin etkileri açıkca görülüyordu.

Etkilenmek bir şair için doğal belki de kaçınılmazdır. Ancak şair olarak anılmak, kalıcı ürünler bırakmak isteyen her şairin kendi "şiir dili" ni bulmaya çalışmaktan, taklitten kaçınmaktan başka bir seçeneği olmadığı da bir gerçek. Yazdıkları şiirin biçim veya içeriğinde ya da ikisinde birden bir tür "yenilik" veya "özgünlük" yakalayamayan şairlerin kısa süre sonra unutulup gitmesi kaçınılmazdır.

Söz konusu yarışmaya gönderilen şiirlerde ilk dikkati çeken, barış, sevgi, yurt özlemi gibi konuların sıkça işlenmiş oluşuydu. Bir çok şiirde de toplumsal yabancılaşmaya karşı direnişi, düşmanlığa karşı barışı, sevgisizliğe karşıyı sevgiyi, globalleşmenin dayattığı bireycileğe karşı toplumculuğu öne çıkarma isteği açıkca seziliyor.

Ben şahsen, şairin dolayısıyla şiirin toplumsal/ahlaki misyonlar üstlenmesine karşı değilim. Ancak şair, bilinen gerçekleri bire bir tekrarlamak, insanlara birşeyler öğretmeye çalışmaktan ya da din adamlarının yaptığı gibi, işaret parmağını sallayarak, okuyucuyu "doğru yola" çağırmaktan kaçınılmalıdır.

Yarışmacılardan şiir uğraşısını sürdürecek olanlara yapılabilecek bir başka hatırlatma da şu olabilir: Şairin yazdığı dildeki şiirin ana damarlarını, geçirdiği evrimini, geldiği düzeyi, bilmesi hem de iyi bilmesi gerekiyor.(**) Ancak sadece bilgi ve birikim ile de şiir yazılmıyor. Yeteneğin yanında büyük bir tutku gerekiyor. Bu tutku -eğer gerçek bir tutkuysa- yaşamı şiire, şiiri yaşam biçimine dönüştüren bir tutkudur.

Mevlüt Asar

*) Göç ve yerleşme süreci içinde "marjinal" nitelikte bir "üçüncü dil" (Türken-Deutsch/Kanak-Sprache) ortaya çıkabilir ve bu dilde de "edebiyat" denemeleri yapılabilir. Almanya'daki genç yazarlarımızdan bu yönde örneklere rastlamak mümkün. Bu türde bir 'Göçmen Almancası' kullanarak ünlenen yazarlarımız F. Zaimoğlu oldu.
görüyoruz
**) Yarışmaya katılan şairlerin bir kısmının Türk şiirinin geldiği aşamadan habersiz olduğu, günümüz şiirini takip etmedikleri, okumadıkları anlaşılıyordu. Eğer böyle olmasaydı 2., 3. sınıf şiir taklitlerini ya da bulvar gazetelerinde bol bol rastlanılan metinleri şiir diye yarışmaya gönderme cesaretini gösteremezlerdi.