Yayinevi : Berfin Yayinlari
Fiyati : 9,600,000 TL.
Kapak: Ali ZÜLFİKAR
Basim Yeri - Tarihi : İstanbul - Nisan 2003

ISBN: 975-6680-32-6

"Ama Sevgi Kalmalı"

Yorum:Özgen ERGİN

24 Kasım 2003, Köln 

Ali Arslan’ın son romanı. Berfin Yayınları, 2003 yılı baharında İstanbul’da yayımlamış. Yazar, yurdumuzdaki 1980 yılı sonrasındaki toplumsal ve siyasal savrulma sonucu, Almanya’ya göçmek zorunda kalmış aydınlarımızdan. İlk iki öykü kitabı, "Yaba Yayınları,-Artin Usta-" ve "Koral Yayınları, -Küçük Umutlar-" ından sonra, 1998 yılında yayımlanan “Serçe” adlı kitabı ile romana geçiş yaptı. Adını andığım romanın genişletilmiş 2. basımı 2002 yılında, yine Berfin Yayınları tarafından gerçekleştirildi. Bu yılın (2003) Nisan ayında, aynı yayınevi, yazarın "Ama Sevgi Kalmalı" adında 380 sayfa boyutundaki, ilgi çekici romanını okuyucuların beğenisine sundu.

Edebiyat ürünlerini hiç yılmadan, hızlı bir çalışkanlıkla üreten yazar Ali Arslan’ın, bu romanını Haziran ayında okumuş, kurgusu, sürükleyiciliği, çok da doğa betimlemelerini beğenmiştim.

Yayınevinin tanıtma kaygısı yanlışına düşüp kitap kapağının arkasında yaptığı gibi, romanı özetleyerek girmeyeceğim değerlendirme yazısına. Sinemaya gidip de çok beğenerek izlediğiniz bir filmi, bana bir kahve içimi sürede anlatırsanız, bende o filmi izleme isteği azalır bende. Sizleri bilmem... Hadi, siz okuyucuları meraktan kurtarmak için romandan birkaç ipucu vereyim.

Romanın baş kişisi Hans, çocukluğundan beri sevdiği ilk aşkı Sofiya’dan ve anayurdu Almanya’dan ayrılarak, binlerce kilometre uzaktaki hiç tanımadığı bir ülkede, Birinci Dünya Savaşı için cepheye gitmek zorunda kalır. Romanın ilk bölümlerinde, iki genç sevgilinin yaklaşmakta olan savaşa karşı biriken duyguları incelikle anlatılmış.

Filistin cephesindeki öldürücü, sefil ve şiddetli savaştan, -müttefik- Türk asker arkadaşı Hasan ile birlikte kaçmayı başaran Hans, arkadaşının konuksever (!) önerisi üzerine, serüvenlerle dolu, uzun bir yolculuktan sonra, Ege’nin savaş yoksulluğu içindeki ıssız bir köyüne bile-isteye yerleşir... Savaş cephesi kaçkını, vatan haini bir kaçak asker olarak anayurduna dönme yolları kapanmıştır. Yazar bu bölümde, iki ayrı ulustan, iki aykırı yapıda, birbirine benzemeyen iki ayrı halk çocuğu gencin, asker kaçaklığı suçuyla birleştiklerini, savaşa karşı gelen eylem gücünün de arkadaşlıklarını kader ve kederde nasıl beslediğini, yer yer abartılı da olsa, çok güzel anlatıyor.

Ege’nin savaş artığı yoksul köyüne uyum sağlamaya büyük bir çaba gösteren Hans’ın ilk ve büyük aşkı Sofiya, beklendiği gibi, "Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur" atasözümüze, -sevgide- kurban gitmez. Kalıcı sevgi ile beslenen, hasreti büyüten mektuplaşmaları gizliden gizliye olsa bile, roman bitene dek sürer, Ne var ki, Sofiya ile Hans birbirlerine dokunacak denli yakın olup, kavuşamazlar... Hans, yaşam boyu yeni yurdu saydığı bir ülkedeki köyünde kalarak, oranın yerlisi gibi sürdürmek zorunda kalır yaşamını. Hans ile yurdunda bıraktığı sevgilisi Sofiya arasındaki içli mektuplar, romana katkı yaptığı gibi, mektup yazmanın unutulduğu günümüzde, biz okuyucuları da yeniden mektuplaşmaya özendiriyor.

Romanın sürükleyici, inişli çıkışlı serüvenlerle örülmüş öteki bölümlerini yazmıyorum. O gerilimin çözümünü, romanı alıp okuyacak olan okuyuculara bırakıyorum.

Yazar Ali Arslan’ın yazın niteliklerinden en önemlisi, her yazara gerekli olan arı-duru, sürükleyiciliğini sürdüren akıcı bir dille yazması. Romandaki kişiler, Hans, arkadaşı Hasan, Hasan’ın köyde yeniden bulma şansına eriştiği nişanlısı, Hans’ın yarı-gönülle evlendiği Ayşe, Kurtuluş Savaşı’na katılan efelerin tarihi kişilikleri, özenle seçilmiş ve bir film yönetmeni gibi roller orantılıca dağıtılmış. Kurtuluş Savaşı’nın başarısı sonundaki tarihi kesitler ve o dönemi yaşayan kişi ve kişilikler de birebir bir gerçekçilikle, büyük emekler verilerek yazılmış.

Romanın kurgusu ve yapısı neredeyse kusursuz. Daha önce belirttiğim gibi, yetenek ve ustalığın öne geçtiği bölümler, doğayı ve olayların çevrelediği gö
Sevgi değer okuyucu, bu betimlemelerden birkaç örnek göstermek ve şu son yazdığım cümlenin abartı olmadığını doğrulamak için, aşağıya alıntılayarak, sizlere beğeni ortaklığı öneriyorum:

Sayfa 94, 1. Paragraf: "Küçücük vahadan ayrıldıktan biraz sonra çöl fırtınası başladı. Hâlâ ucu görünmeyen çölün üzerindeki kum denizi, bir yerden bir yere akıyordu. Bir anda her şey; gökyüzü, askerler, atlar, araçlar kum rengine boyanmış, göz gözü görmez olmuştu."

Sayfa 100, 3. Paragraf: "Ertesi gün erkenden, daha şafağın gül rengindeki parmakları çölün gri ufuklarında yeni belirmişken, nöbetçilerin boru sesleriyle uyandılar."

Sayfa 171, 1. Paragraf: "Sekiköy, Küçük Menderes Ovası’nın Bozdağ’a yakın bir yerinde, üzüm ve incir bahçelerinin arasında, iki yüz haneli, güzel bir köydü. Uzaktan sadece köyün minaresi ve bazı evlerin toprak damları görünüyordu. Köyün dışında, yıllardır sürülmemiş, ekilmemiş tarlalar, bakımsız incir, üzüm bahçeleri yer alıyor, bunların ötesinde ise, koyu yeşil söğüt ağaçlarının arasından Küçük Menderes ırmağı akıyordu. İzmir’den Ödemiş’e giden, gene Almanlar tarafından döşenmiş olan demiryolunun kesiştiği yerde bulunan kocaman çınar ağacının altına küçük istasyon kulübesi yapılmıştı ve İzmir’den gelen tirenler bu küçük kulübenin önünde de yolcu alıp, yolcu indiriyordu.

Hans ile Hasan işte bu küçük kulübenin önünde tirenden indiler."

Sayfa 285, 3. Paragraf: "Ege Denizi yanından, baharın bütün kokularını eteğinde taşıyan hafif bir yel esiyor, ara sıra yumuşacık ve mis gibi bahar kokan elini mağaranın içine uzatarak onun ıslak yüzünü okşuyordu."

Bütün bu yazdıklarımdan sonra, romanın yapısında gözüme çarpanları da göz ardı etmeden burada sıralamaktan kaçınamam...

Romantik Alman, sevdalı Hans’ın yapayalnız bir kaçak olarak yerleştiği köyde Türkçe’yi çok çabuk öğrenmesi, burada yaşamış usta yazarlarımızın yıllarca önce yazdıkları öykülerin birinci sayfasında, "Ben kocam Türk" dedikten sonra, hemen ikinci sayfasına geçtiğimizde karşılaştığımız kusursuz Türkçe konuşan, "Alman Yengeler”i anımsattı bana. İşte bu nedenle Hans’ın karşılıklı konuşmalarda -diyaloglarda- düzgün Türkçe konuşması, inandırıcılıktan uzak kalıyor. -Bu değerlendirmem aksan / yerel ağız ile ilgili değildir.-

Şili’den Güney Afrika’ya, Kanada’dan Çin’e, Alanya’dan Datça’ya dağılmış Almanların, yıllarca o ülkelerde yaşarken, uyum sağlamayıp İstanbul’da bile koloni (!) hâlinde hep birlikte yaşadıkları, akşamları "Deutsche Birahaus"larda buluştukları bilinirken, romandaki sevimli ve iyi niyetli yalnız Hans’ın hızla Türkçe öğrenip Türkleşmesi, bir de üstelik dağa çıkıp efelere katılması ve Efe’leşmesi, romandaki yapısallığın öne çıkan en başat eksiği.

Ustalık döneminin en önemli kitabı olduğunu düşündüğüm bu romanda, yazar Ali Arslan yayımlatmakta ivecen davranmayıp dile gereken özeni gösterebilirdi-göstermeliydi. Yukarda arı-duru dedim ama, arı dilde anlatımın yanında, eskimiş, dilimizde karşılığı kolayca bulunan, eskimiş Osmanlıca sözcüklerin, sayfalarda gezinmesi yazarın özeni ile önlenebilirdi.

Yazar Ali Arslan, Sofiya ve Hans’ın savaş karşıtı düşüncelerini yazarken, kendi özgeçmişindeki siyasi söylemlerden -haklı olarak- kurtulamıyor.

Edebiyatımızda kalıcı olacağına inandığım yazar Ali Arslan’ın ve yurtdışında yazan tüm yazarlarımızın en büyük talihsizliği: Yazarın burada, kitabının Bizans’ta öksüz kalmasıdır.