|
SERÇE I -II
Yorum
Ali Zülfikar
Yazar Ali Arslan’ın “Serçe”adlı romanı Berfin Yayınlarında ikinci baskısını yaptı. Romanın birinci cildi 1988’de ilk kez Sistem Yayınlarında
yayınlanmış, okurdan oldukça ilgi görmesine rağmen, her nedense yazın çevreleri bu önemli romanla ilgilenmemiş, üzerinde fazla durmamışlardı. Oysa Serçe romanı, gerek içeriği, gerekse dil ve biçimi bakımından
üzerinde durulması gereken, Türkiye yazınında tek olan bir roman özelliğini taşıyor. Bu yüzden, ikinci cildi de şu günlerde yayınlanan Serçe romanı üzerine yazmayı, onu okura daha iyi tanıtmayı, kendime görev
sayıyorum.
Burada, Berfin Yayınları sahibi Sayın İsmet Arslan’ı, ekonomik krizin böylesine ağırlaştığı bir dönemde, büyük yayınevlerinin bile cesaret edemeyeceği,
konusu bakımından cesaret isteyen böylesi kapsamlı bir romanı yayınladığı için kutluyor ve teşekkür ediyorum. Burada hemen belirtmekte yarar görüyorum; yazar ve yayıncı aynı soyadı taşıyorlar ama aralarında hiç bir
akrabalık bağı bulunmuyor, hatta bildiğim kadarıyla tanışmaları bile bu romanın sayesinde oluyor.
Serçe, Dersimli Alevi ve Kürt bir kızın ta günümüze değin, Almanya’ya kadar uzanan gerçek yaşam öyküsünü irdeliyor. Bu kız daha dört yaşında iken, 1938
Dersim olaylarında tüm ailesini yitirir, kendisi de yaralanır, yaraları bir hastanede iyileştirildikten sonra, diğer kırk kişi ile birlikte Kütahya’ya sürgüne gönderilir. Kütahyalılar, “Kızılbaş” dedikleri bu
insanların kente gelişini büyük bir uğursuzluk sayarlar. Kimsi, “başımıza taş yağacak”, kimisi de “kurbaga yağacak” demeye başlar. Küçük kızla birlikte bu kırk kişi bir hana yerleştirlirler. Ama kimse onlara yiyecek
vermediği için, handa aç kalırlar. Daha sonra bu insanlar, kentin ileri gelenlerine hizmetkar olarak verilir. Küçük kızı da bir subay ailesi alır.
Aynı zamanda askerlik şubesi başkanı olan subayın evinde, küçük kızın Türkçe bilmemesi hayretle karşılanır. Ona Türkçe öğretmeye karar verirler ve bu
görevi, albayın on beş yaşlarındaki oğlu üstlenir. Bu çocuk kışlada öğrendiği işkence yöntemlerini kullanarak Türkçe öğretmeye çalışır. Ama küçük kız, zorla bir kelime üğrenmeyi dahi kabul etmez. Bu yüzden de çok
dayak yer ve altına işemeye başlar. Bir de altına işediği için dayak yer. Sonunda ona doktora gönderirler. Doktar, kızcağızın halini görür ve evine almaya karar verir. Albay ve ailesi doktorun bu talebine karşı
çıkmazlar, zaten ondan kurtulmak istemektediler.
Doktor ve ailesi de küçük kızın Türkçe bilmemesini şaşkınlıkla karşılarlar ama onlar subayın evinde olduğu gibi davranmazlar. Onu kendi haline
bırakırlar, küçük kız doktorun kendi yaşındaki kızıyla iyi anlaşır, onunla oynarken Türkçe öğrenir.
Başlanğıçta küçük kız adını söyleyemediğinden, ona bir ad aramaya başlarlar. Doktorun hanımı o gün yaşadığı bir olayı anlatır. Sabahleyin evi
temizlerken, pencereyi açtığında içeriye içeriye bir serçe kuşu düşer. Kuş kanadından yaralı olarak, korkuyla adeta hanımın ellerine sığınır. Hanım kuşu sever, okşar, korkularından kurtulmasına yardımcı olduktan
sonra, kanadına merhem sürer, onu gene pencerinin önüne koyar. Kuşçağız bir süre orada dinlenir, sonra uçup gider. Şu raslantıya bakın ki, aynı gün bu küçük kız gelir! Hepsi, bu raslantının çok anlamlı olduğunu
düşünürler ve ona “Serçe” adını verirler. Ama onun gerçek adı Zemi’dir. Serçe gerçek adını ve kimliğini onyedi yaşında genç bir kadın olduğu zaman, yine bir raslantı sonucu öğrenecektir.
YAZARIN ROMANA YÜKLEDİĞİ ANLAM
Bir süre sonra Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı başlar. Yazar, bir yandan Serçe’nin serüvenini anlatırken, bir yandan da, ülkelimizin o günlerdeki politik
panaromasını çizer. Örneğin; Kütahya esnafı arasında Hitler’in gerçek bir Müslüman olduğu, onun bütün Müslümanlar tarafından desteklenmesi gerektiği halk içinde yayılmaya başlar.Turancılık güç kazanır; Hitler’in
Türklere tüm Türkistan’ı vereceği, bu fırsatın kaçırılmaması gerektiği söylenir, Almanlar ile birlikte Sovyetler Birliğine karşı savaş açılması için propaganda yapılır. Aydın ve yurtsever öğretmenler daha o günlerde
sürülür, cezalandırılır. Tıpkı bu günlerde yaşadığımız gibi, dürüst insanlar ya bir kenara iteklenir, ya da hapishanelere. Ama namussuzlar ve hırsızlar önemli köşeleri kapmaya
başlarlar.
İşte bugünlerde Serçe, Doktorun kızı ile birlikte okula alınmadığı için evden kaçar. Bir raslantı sonucu, İstanbul’daki bir öğretmenin evine verilir.
Orada okuyacak, tıpkı Doktorun kızı gibi olacaktır. Ama orada da okula gidemez. Şartlar gün geçtikçe daha da ağırlaşmaktadır. Hitler’in orduları, Yunanistan sınırına dayanmışlardır. Yunanistan’dan katliam duyumları
gelmektedir. Ülkemizde yiyecekler karneye bağlanmış, insanlar günde yüz elli gram ekmek alabilmek için saatlerce bakkal kuyruklarında beklemeye başlamışlardır. Serçe ise, hala altını ıslatmaktadır. Bu yüzden
öğretmen hanım tarafından evin çatı katına kapatılır. Kışın soğuk günlerinde, işediği ıslak yatağında yatmak zorundadır. Hastalanır, ateşler içinde kalır. Öğretmen hanım, onun karnesiyle yiyecek alır, aşağıda
arkadaşlarına ziyafet çeker.
Bu ziyafetlerin birinde Serçe, çatı katındaki bir delikten aşağıyı izlemeye koyulur, bu sırada orada öylece uyur kalır. Bir süre sonra,
aşağıdakilerin üzerine bir sıvı akmaya başlar. Önce hepsi şaşırır, öğretmen hanımın yüzü kızarır. Sonra, bu akan sıvının, yukarıda, çatı katında kalmakta olan Serçe’nin sidiği olduğunu anladıklarında şaşkın
kahkahalar atmaya başlarlar. Arlarında bulunan öğretmen –şair; “Yıllardan beri gördüğüm en olağanüstü olay işte budur! Dünyanın en büyük protestosu bu işte! Aşağıda şarap kadehleri önünde insanlığın kurtuluşu
üzerine gevezelik eden bizlerin tepesine, yukarıdan aç bir çocuk işedi!” diye haykırır.
Serçe bir süre sonra bu evden de atılır. Yaşadığı kabus dolu olaylardan sonra, daha onüç yaşındayken İstanbul’da evlenir, bir yıl sonra anne olur.
Evlendiği oğlanın ailesi aşırı dinci, Sünni bir ailedir. Önce Serçe’nin yeterli din eğitimi almadığını sanırlar, ona din eğitimi vermek isterler. Ama Serçe’nin bebeğinin kimliğinin çıkarılması sırasında onun gerçek
kimliğini öğrenirler. Gelinlerinin bir “Kızılbaş” olduğunu öğrendiklerinde sanki bir felaket olmuş, dünya başlarına yıkılmış gibi dehşete kapılırlar. Serçe’yi odasına kapatırlar ve evdeki her şeyi yedi kere yıkamaya
başlarlar. Serçe, can korkusuyla pencereden atlayarak ve bebeğini bırakarak oradan da kaçar. Yaşam onu fırtınalar gibi savurur durur. En sonunda gerçek kimliğini ve babasının yaşadığını öğrenince müthiş bir heyecan
duyar. Hemen Tunceli’ye gitmeye karar verir ve gider. Ama orada büyük bir düş kırıklığı yaşar; dilini unutuğu için ailesiyle konuşamaz. Ve babası artık onu kendilerinden saymaz, çünkü o “sürgünde” büyümüştür.
Serçe ikinci romanda aşık olur, gerçek aşkı tadar. Ama müthiş bir düş kırılığı ile biter aşkı. Bundan sonra artık ülkede duramaz, yurtdışına,
Almanya’ya işçi olarak gider. Yazar bu kez bize Almanya’yı, farklı kökenden insanlara karşı oradaki uygulamaları anlatmaya başlar. Aslında hiç bir fark yoktur, sadece, aynı şeyler burada kabaca, orada kibarca
yapılmaktıdır.
ROMANIN DİLİ VE TOPLUMSAL GERÇEKÇİLİK
İçeriğinden de anlaşalıcağı gibi, Serçe bir sosyal eleştiri romanıdır. Ülkemizde yıllardır ısrarla uygulanan baskı politikaları, özellikle farklı etnik
kökenden, kültürden ve inançtan olan insanlara karşı ülkemizde ve Avrupa’da uygulanan baskıları akıcı ve anlaşılır bir dille eleştirmektedir. Romanın kahrmanları canlıdır, günlük yaşamda hergün gördüğümüz, beraber
olduğumuz tiplerdir. Ali Arslan özellikle bu insanları ve doğayı betimlemede oludukça başarılı bir anlatım sergilemektedir. Yazarın anlatım ve diyaloglar arasındaki ince ayarı, akıcı anlatımına ayrı bir tad
veriyor.Yazar sosyal bir amaç için yazmakta ve bu amacına ulaşmak için öykünün ilginçliğinden alabildiğine yararlanmakta; daha dört yaşında sürgüne gönderilen bir kız çocuğunun uğradığı haksızlıkları anlatırken,
aslında ülkemizin ve Avrupa’nın gerçekliğini masaya yatırmakta, pek çok kişinin doğal saydığı, bilmediği ya da bilmezlikten geldiği, çağımız için anlaşılmaz, insanlık adına utanç duyulacak garip uygulamaları
okuyucunun gözleri önüne sermektedir. Bu romancı tavrının, günümüz şartlarında çok önemli bir anlamı olduğuna inanıyorum.
|