www.dr.civanim.com

Alışkanlıklarım :

 Sigara, içki sevgisi, yapayalnız kalma üzüntüsünün yanında, sık sık, yoğunca yalnız kalma isteği.

Yakındığım sorunlar:

Şu benim yaşadığım, benim kendi yaşamım, ama onu ben yaşamıyorum. Ben bu yaşamı, yaşıyormuş gibi yapıyorum. Yaşama yapmacık mı bakıyorum?

Kendimle savaşmayı unutmaya, yaşamımda kendimi adayacak, hep onu düşünecek biri olmasına, kendimden ayrı başka birisine, öylesine çok gereksinimim var ki, benden daha bilgili, benden daha iyi karakterli birine...

Akşam okuduğum bir kitabı ertesi gün anlatacağım kimse yok. Çok beğendiğim bir kitabı, -o da okusun diye- önereceğim hiç kimse yok. Okuduğu, çok beğendiği bir kitabı, bana önerecek bir tek dostum da yok. Ne acı...

Çocuklarımın benimle, benim çocuklarımla -anlamayı bir yana bırakalım- oturup konuşma, karşılıklı bilgilendirme, tartışma olanağımız yok.

Günümüzde, bırakın arkadaşlığı, dostluğu, insanı mutluluk esin-tisiyle teğet çarpıp geçen aşk bile yok!..

Yalnızca çıkar ilişkileri var... Bir o kaldı bizlere...

Çevremdeki insanlar bilgisiz, görgüsüz, kurnaz, aptal... bilenler, bildiklerini sananlar, kendini bilmez küstah, kıskanç, birbirlerine çok uzak...

Oysa o -çoğu kez- beğenmediğimiz yurdumuzda, hiç umulmadık bir zamanda, umulmadık bir yerde, beklenmedik bir aydınlıkla sarmalanmış bir erkek ya da kadınla karşılaşabilir, o anki mutluluğun -ana- dildeki- sıcaklığıyla ısınıveririz.

Burada umulmadık güzelliklere rastlamak çok zor.

Burada sürprizler yok... Neşe, mutluluk, güzellikler bile alışılmışlığın sınırlarında hapis...

İşte bunları düşünerek yazarken... Bir yandan da karşımdaki tele-vizyonda eski ve ilkel siyah-beyaz bir Türk filmine bakıp (!) içten içe bastıran ağlama duygusuyla gözyaşlarımı tutamamak, neyin işareti, neyin belirtisidir?...

Benim olağan saydığım duygularımın tepkilerini dışa vurduğumda, yakınlarımın beni aşırı alınganlıkla suçlamasını hiç anlayamıyorum.

Yalnızca sinirleniyorum onlara belli etmeden...

Yurdumdan yıllardır uzakta olmak, -sık sık tatile giderek yakınlaşmayı denesem bile-, orada yerleşik olamamak, daha doğrusu oraya, yurduma ait olamamak, doğrusu: olmamak...

Evet, burada mutsuzum... ama oraya dönünce mutlu olacağımın reçetesini de yazamadım henüz.

Yıllardır alışamadığımı sandığım, şu hüzünlü yağmurlar ülkesine, bile bile ait olmak, gönüllü sürgünlük diye geçiştirilebilir mi?... Bütün bunlar nasıl da bir çelişkiler yumağı ikircikleridir?...

Dönünce alışabilsek de alışabilmesek de o yurt bizim yurdumuz... Bizim derken, çocuklarımızın da yurdu mu?... Burada doğan, burada anaokuluna giden, anadilleri buranın dili olan çocuklarımızı, kendilerine tatil ülkesi denli uzak olan yurdumuza taşımaya hakkımız var mı? Onları yönlendirmek, onların olmayan yurdumuza, dönmeye zorlamak insanca bir davranış mıdır?

Bunalıyorum bu sorulara yanıt bulamamaktan...

Kadınların deyişiyle: daralıyorum...

Çocuklarımızı -karı koca mutsuzluğu pahasına- buradaki sisteme uygunca yetiştirerek, bu ülkeye armağan ettik...  Çocuklar bir yana, bu kişilik parçalanmasından ben nasıl kurtulacağım?...

Bu parçalanmış bireyciliğimin, bedenimde başkaldırı biçiminde sürgün vererek boy gösterdiğini biliyorum.

Şu günlerde yoğunca yaşadığım yalnızlık duygusunun bunca umarsız olduğunu, yıllardır aklıma bile getirmemiştim.

Giderek içimde yeşerip serpilen, hiçbir şeye sevinememek, mutlu ve neşeli olamamak, her şeyi olağan sayıp kanıksamak, neredeyse artık gülememek duygularını, nasıl taşıyacağım oraya... Orada, yapmacık da olsa herkesin olur olmaz, kah-kah kih-kih, gülebildiği, bize yabancılaşmış o toplumdaki o insanların içine, hangi ikircikleri taşıyarak girebileceğim?..

Eninde sonunda, buradaki yorgun ve bitkin yalnızlığımı nereye gidersem gideyim, nereye kaçarsam kaçayım, oraya da götürüp sürdüreceğimi biliyorum.

Beni sevenlerin ve yakın saydığım tanıdıklarımın, -beni çok sevdikleri için- bana uyguladıkları ‘sevgi faşizmi’ beni çok yoruyor, bıktım artık...

İnsan yorgunu oldum... Ben bir insan yorgunuyum...

Eşimle aynı televizyon kanallarını, ayrı odalarda izliyoruz.              

Bu bizi rahatsız etmiyor, belki de rahatlatıyor bile...

İşte, hepsi bu kadar...

Bütün bunları okuduktan sonra bana yardım edebileceğinize inanıyor musunuz Psikiyatr Bey?...” 

Özgen Ergin

“Derin Sularda” 1990, Cem Yayınevi, İstanbul) Öykü kitabından

                                             Anadilim

Ben çocukken Taksim Alanında, renkli ışıklarla bezenmiş sular yüksek duvarlardan aşağı akardı. Işıklı harfleri heceleyerek, o günün haberlerini döner kuleden okurduk. Kapı komşumuz taksi şoförüydü. Akşam işten dönünce, yorgunluğuna aldırmayıp kendi çocuklarını, beni ve kız kardeşimi arabaya bindirip Taksim Alanına getirirdi. O günlerde bizler, bir taksi şoförünün akşama dek ne denli çok yorulduğunu bilmezdik. Araba Taksim’e doğru yol alırken pencereleri açar, yüzümüze çarpan ılık esintiye karşı sevinç çığlıkları atardık.

Buluşma yerine doğru yürüyorum. Taksim Alanı’na iyi duygularla bakamıyorum. Gençlik yıllarımdan bu yana, ne acı olaylara tanık etti bu alan. 1 Mayıslarda beş yüz bin insanın bayram yaptığı, bir başka 1 Mayısta otuz dokuz insanın kurşunlanarak öldürüldüğü, yüzü aşkın insanın yaralandığı bir acılar alanı. Kimi yıllarda, “1 Mayıs Alanı” denilen, tüm yaşlı ağaçları kökünden kesilmiş, beton yüzlü ihtiyar İstanbullu.

Havaalanından Taksim’e ancak bir saatte ulaşabildim. Önümde üç saat boş zamanım var. Arkadaşım beni sözleştiğimiz yerden alacak, bir hafta onun konuğu olacağım.

Kalabalık bir insan ve araç seli, ağır ağır yatağından taşan ırmaklar gibi dağınık. Yabancı bir ülkeye gelmişim de, bu kenti ilk kez görüyormuş gibiyim.

On yıl sonra, yine bir akşamüstü İstanbul’dayım. Yıllardır göremediğim İstanbul’u, yalnızca dergilerde, filmlerde gerebildim. İşte her şey, yeniden birdenbire gözlerimin önünde.

Şu karşıda, arkası bana dönük anıt bizlere çok büyük, çok yüksek görünürdü. Şimdi küçücük. Ne anıtıydı? Kahramanlık mı, yoksa zafer mi? Anıtın karşısındaki ağaçlı parkı da anımsıyorum. O parkta bir kez bile oturmamıştım. Nerede şimdi? Yok...

Karşı kaldırıma geçmek yerine, öylece çevreme dalgınca bakıyorum. Yüksek yapılardan bir tanesinin penceresiz yan duvarlarına, boydan boya kara kara, adam boyundaki harflerle reklam yazıları kondurmuşlar. Benim geldiğim ülkede, böyle büyük duvarlara ne güzel renkli resimler yapılır. Çocukluk günlerimin Taksim Alanında, gagasındaki kundakta bebek getiren bir leylek vardı. Işıklar yanıp söndükçe, ne güzel kanat çırpardı. Yanılmıyorsam, o da bir banka reklamıydı ama, çok sevimliydi...

Yine binlerce yabansı duygularla karşı kaldırıma geçiyorum. Yıllardır, hiç servisi olmayan, Sıraserviler Caddesi’nin başlangıcındayım. Sol yanda, Taksim Alanının en eski eğlence yeri Maksim Gazinosu’nun alınlığında, en alt kattan en üst kata kadar, ışıklı, şarkıcı-türkücü-dansöz isimleri, kuyumcu dükkanındaki altın takıların parıltısında yanıp yanıp sönüyor.

Sağ yanımda, ‘Erkek Kuaförü’ yazılı, berber dükkânını görünce, yıllardır usturayla tıraş olmadığım geldi aklıma. Hemen girdim içeri. Ne kadar da özlemişim; beyaz örtüler, beyaz havlular, kremler kolonyalar, saç kurutma araçları, boydan boya aynalar, berberler, berber kalfaları, berber çırakları... kalfaların saçları özenle taranmış, yüzleri sinek kaydı tıraşlı, iş gömlekleri menekşe moru...

Berberin elleri yüzüme çoktandır unuttuğum lahmacun kokuyla yaklaşıyor. Tütünden sarmış kırçıl pos bıyıklarımın alt uçlarını düzeltirken, usturayı alt dudağımdan çeneme doğru kaydırıyor. Parmaklarıyla dudağımın altını, çimdiklercesine sıkmak zorunda kalıyor. Lahmacun, soğan-sarımsak kokusu, berberin parmaklarında toplanıp burnumun iki deliğinden içeri giriyor. Tiksintiyle gözlerim yaşarıyor, hiçbir şey diyemiyorum. Berberin sağ bileğindeki iri baklalı altın zincir, sol bileğindeki altın pırıltısındaki saat, gözlerimde fotoğraf olup donuyor.

Dışarının soğuyan serinliğiyle kendime geliyorum. Arka sokaklar hiç değişmemiş. Yine dar, yine karanlık. Yine çöp bidonları yol ortasında. Bunca çirkinlikler içinde, İstanbul öyle güzel ki. Söyleyemem neyin neden güzel olduğunu. Güzel işte. Hem de çok güzel... İstanbul’un şu en eski en dar, Arnavut kaldırımlı daracık sokakları bile.

Dışardan bakınca, oldukça eski bir ev gibi görünen buluşma yerimize geliyorum. Arkadaşım son mektubunda, “Sanatçı ve aydınların buluştuğu bir yerdir” diye yazmıştı.

 İçerisi hem lokantaya, hem kahveye, hem pastaneye benzeyen oldukça şirin bir yerdi. Günlük gazeteler, haftalık, aylık sanat dergileri, yuvarlak bir masaya düzenlice dizilmişti. Duvarlar resim ve fotoğraflarla doluydu. Bu loş ışıkta onları seçerek görebilmek olası değildi. Dergilerden birkaçını alıp boş bulduğum bir sandalyeye oturuyorum. Uykusuzluktan mı, yoksa konuşma özleminden midir, okuyamıyorum. Kendi yurdumda, bunca kalabalığın içinde, yine bir başınayım. Bekliyorum.

Karşı masada uzun boylu, uzun siyah sakallı bir genç hep yüksek sesle konuşuyor. Tiyatroya çok uygun bir sesi var. Belki de tiyatro oyuncusudur. Dili içmekten peltekleşmiş. Kalkmaya davranıyor. Yanındaki genç kadınla erkeğe yine öyle yüksek sesle: “Bende para yok, siz ödeyin görüşürüz” deyi gidiyor. Bu rahatlık ilkin çok şaşırtıyor beni. Bu ilişkileri çoktandır unutmuştum. İçim sevinçle doluyor birden bire. Benim de param olmasa, garsona: “Yarı ödeyeceğim” diyebilirdim.

Kadınlarımızın, konuşan anlamlı gözlerini,ne denli çok özlemişim. Güzel-çirkin ayırmadan, kadınlarımızın kadife yumuşaklığındaki kahverengi, zeytin ışıltısındaki siyah gözlerine bakıyorum. Onların gözlerinde, çoktandır unuttuğum, belli bir içtenliği yakalıyor, kana kana su gibi içiyorum. Ben şimdi oturduğum, on yedi yıldır konuk olduğum ülkeye, renkli... yeşil mavi... güzel gözler bulacağımı umarak gitmiştim... onların gözlerinden bir şeyler okumak çok zordur.

 Genç bir çift geldi yanıma. İzin isteyip oturdular. Erkek sarışın, kadın kumraldı. Fıratsızca konuşuyorlar, tak söz anlamıyordum. Erkeğin kahve fincanına bitişik kalın bir kitap tersine çevrili duruyordu. Önü alınmaz bir merak içindeydim. Acaba bu genç adam ne okuyor? O anda genç adam, önümdeki dergilerden birine elini uzatıp “Bakabilir miyim?” dedi.

“Ben de sizin kitabınıza bakmak istiyorum” diyerek, sabırsızca kitabın ön yüzünü çevirirdim. ‘Maliyet Muhasebesi, İlkeler ve Uygulamalar.

Büyü bozulmuş, beklemediğim bir kitapla karşılaşmıştım. Hiç ilgi duymadığım türde bir kitaptı. Düş kırıklığına uğramanın burukluğunu yaşıyordum. O ayın en çok okunan romanlarından biri olsaydı, kim bilir uzun uzun, ne güzel konuşurduk diye düşündüm. Ona roman yazdığımı hiç söylemezdim. Hiç belli etmezdim, yazarlığımı ve gönüllü sürgünlüğümü.

Sarışın genç adam açık kahverengi bana çevirerek konuşmaya başladı.

İşletme okuyormuş. Aslında bu dalı hiç sevmediğini, ama yurdumuzda en geçerli meslek, ithalat ve ihracat olduğu için, babasının yönlendirmesiyle bu bölümü bitirmek zorunda olduğunu, neredeyse utanarak anlatıyordu bana. Yanındaki kadının İngiliz olduğunu, özel bir okulda yabancı dil öğretmenliği yaptığını, bir ay sonra ülkesine geri gitmesinin kesinleştiğini, onun için işte hep böyle üzgün olduğunu, İstanbul’dan ayrılmayı hiç istemediğini, kendisinin İngilizce bilmediği için, onunla Fransızca anlaşmaya çalıştığını... anlatıp duruyordu.

Sanki kırk yıllık arkadaştık. Kulaklarım Türkçe’nin resimli müziği ile dopdoluydu. Yüreğim bunca içtenlik karşısında, kıpır kıpır, yeni bir aşk öyküsü dinliyordum. Günün birinde yazabilir miydim?

İngiliz öğretmen, ıslak gözlerini örten siyah kirpiklerini kırpıştırarak, “Anlıyorum az çok, güzel Türkçe... çok zor Türkçe” diyerek bize katılıyordu.

Arkadaşım gecikmişti. İsterse gelmesin beni almaya. Su gibi akan anadilimi dinlemek yetiyordu bana.

Özgen Ergin

Nisan 1987 İstanbul


(“Şarlo Kemal” 1987, Ren Yayınevi, İstanbul) Öykü kitabından

                                               Kim Bilir

Kaldırımdan sevgiyle bakan dostlarına arabanın penceresinden, “Hoşça kalın” dedi. İçi buruk, anlatılmaz bir ağız acılığıyla yola çıktı. Teybin düğmesine bastı. Kısa bir bekleyişten sonra, anlamadığı bir dildeki bir ağlatı çığlık çığlığa doldurdu arabanın içini.

okak ışıklarında, morlu gece aydınlıklarının altından geçip otoyolun tünel karanlığına girdi. Yağmur, yıldızsız karanlığın üstünden “Yağayım mı, yağmayayım mı” diye gürleyip duruyordu. Selim, “Yağarsan da yağmazsan da” diyerek, seslice sövdü karanlığa. Otoyol sonsuzluğunu görebilmek için tüm yasaklara inat, arabasının uzun ışıklarını yaktı. Teybin sesini daha da yükseltti.

Türküler onu aldı, yetmişli yıllara götürdü. Memo’yu, Cemo’yu, bir bir duyumsadı içinde. Okuduğu kitaplardaki çancı Memo’yu, çoban Mirza’yı, yoksul ve sevdalı Mirkan’ı birbirine karıştırdı.

Türküler, arabanın içinde vuruyor ha vuruyordu.

Otoyolun karanlığı, türkülerin çağrışımı, kuş gibi Ankara’ya uçurdu Selim’i. Kimi tanımıştı ilkin Kürt diye... Ekrem, sonra İsmet Dağaşan. İkisi de Sarıkamışlı. Nasıl bir rastlantıyla işe girmişlerdi? Günde on sekiz lira.

Ekrem, nasıl da isterdi Türkçe’yi güzel konuşmayı. Kızdığında, sürmeli kirpiklerini kırpıştırarak “Seni ne enterese eder?” der, küser giderdi.

İsmet Usta, torna tezgâhının kolunu paydosta bırakır bırakmaz, genç irisi çıraklarla atölyenin beton zemininde güreş tutardı. Onca terledikten sonra, bir köşeye çöker, Amerikan kovboylarına öykünürek sigara içerdi.Şimdi ikisinin de Ankara’da, güzel Türkçe konuşan kaç çocuğu vardır kim bilir?..

Bir yıl sonra Malatya’lı İhsan geldi. Ötekilere hiç benzemez, tek söz çıkmazdı ağzından. Malatya ağzını, inadına hiç değiştirmeden konuşurdu, o da binde bir... kuyudan su çeker gibi alırdın ağzından sözü. Günün birinde neşesi yerindeyse, eğe sürerken ağırdan ağırdan, “Mapusane seni yapan kör olsun” türküsünü söylerdi. Hem de çok güzel söylerdi. En son işi İstanbul’daydı. Sendikada işçi temsilcisi olmuştu.

Şimdi kaçıncı kez içerdedir kim bilir?

Sazın tınlamaları Selim’in anlamadığı dildeki türkülere eşlik ediyordu. Anlam veremediği duygularla arabayı hızlandırdı. Gecenin karanlığına doğru giriyordu araba.

Az sonra, aklına bir şey düşmüşçesine ayağını gaz pedalından çekti, atını kendi yoluna bırakan Mirkan gibi saldı arabayı yola.

Otoyolun solunda Japon araba Toyota, sağında Alman Bayer Asprin fabrikaları... zindan karanlıkların üstünde ışıl ışıl parlıyorlardı.

Selim, otoyoldan ayrılıp evinin sokağına yorgun bir sevinçle çevirdi direksiyonu. Bütün Köln kenti gibi buralar da ıssızdı. Saat kaç ki? Akşamın on biri. Eve gelirken bir tek insan görmemişti yolda yürüyen.

Sözlerini anlamadığı, ama anlamlarını çok iyi bildiği türküleri kulağında çınlata çınlata arabayı yanaştırdı evin önüne.

Usulca girdi eve. Pencereden gelen ışıkların altında uyuyan çocuklarına ayrı ayı gülümsedi. Kızı açık kumral, oğlu koyu esmerdi.

Karısı da uyuyordu.

Ya da uyumuş görünüyordu, kim bilir?...

Şubat 1984 Köln