Cumhuriyet Kitap 11.01.2001

Elginlik yansılaması öyküler

Otuz yıla yakın bir zaman dilimini anadilinin konuşulmadığı bir ülkede yaşayarak geçiren ÖzgenErgin, anadiline olan tutkunluğunu, derinleşen özlemlerini, duygularını, coşkularını, acılarını ve sevgilerini öykülere dökerek özgünleştiriyor.

Yabaneldeki yaşam koşulları, yaşanılanla yaşamak istenilenler arasındaki duygu uçurumları onu kendine özgü bir anlatım diline ulaştırıyor. Almanya gibi uzak ellerde yaşayanlarımız anayurda dönük özlemlerini her an bir resim, müzik, yontu, öykü, roman ve şiire dönüştürüyorlar. Anlatım eksikliğinin dayanılmaz baskısıyla kıvranarak oluşturdukları yapıtları, her an doğum bekleyen bir kadın gibi, bir türlü dışarıya yansıtamazlar. Sürekli bir sancıyla beklemenin acısı, bebek doğmadığı için bir türlü son bulmaz. Anadilinin sağaltımından uzak olmanın verdiği sıkıntılar bu doğumu engeller.

Ülkesindeyken başarılı yazılar yazan, en güzel yapıtları sunacak güçte olduğunu gösteren, dilde ustalaşmış sanatçılarımız arasından bir bölümü, bilinen nedenlerden dolayı yaşamlarını yurtdışında geçirmek zorunda kaldılar. Birkaç yazar dışındakiler, anayurdunda gösterdiği gücü gösteremediler. Buralarda yetişmişlerimizin arasından da kendi anadili yerine, bulunduğu ülkenin diliyle yazanlar çıktı. Yaşadıkları ülkenin dili, ana-babasından öğrendiği anadilini bastırdı, yerine-önüne geçti. Bu arada Türkçe yaşayan değil, gitgide ölen bir dil konumuna girdi burada. Günlük konuşmalar içine Almanca karıştırılarak konuşulan karma bir dil olma yolunda ilerlemekte. Hele ÖzgenErgingibi uzun yıllar burada yaşamak, yazı yazma edimine burada atılarak başarılı olmak, hemen hemen olanaksızdır.

Burada yeterli kaynak, yöre, dile egemen, eş, dost, arkadaş, tanıdık bulmak başlı başına büyük bir sorun. Yaban elde yaşamanın koşullarıyla boğuşan bu insanlarla yazınsal söyleşiler yapmak belli bir düzeyi aşmıyor. Ne dille uğraşmaya ne de kitap okumaya zamanları var. Özen gösterenler, ilgi duyanlar öylesine az ki, "yok" demek daha doğru olur. Buranın yaşam koşullarında yazarlığa soyunmak oldukça yüreklilik ister. İstenilen dergi, kitap, gazete gibi gereksinimleri Türkiye'de getirdikleri belli bir sınırda kalır. Cağaloğlu'nda küçük bir kitapçıdan başka bir kitapçının olmadığını düşünün. Bize en yakın olan kitapçı dostlarımız üç bin kilometre uzakta. Alaman'ın yeşil marklarıyla üç beş yılda, han, hamam, ev, arsa, apartman, BMW, Mercedes gibi arabaları almak dururken, ne diye sonunun ne olduğu belli olmayan bir işe girişşinler? Ömür boyu yazma çilesinin ardından her şey boşa gidebilir? Böyle bir uğraşa bir ömür vermeye değer mi?

İşte ÖzgenErgingibi çok az sayıdaki etkin ve sanatçı kişilerimiz, geleceği güvencesiz bir yolda yüreklice yürümeyi göze alabiliyorlar. Sanat kişioğlunun en zor çalışma alanıdır. Başarısızlık, tüm yaşamın bir sonuca varmayan uğraşla geçmesinden başka bir anlam taşımaz. Kişinin belki de en son iş olarak düşüneceği bir uğraş. Yazarlıkla geçimini son yıllara dek hiçbir yazarımız sağlayamadı. Ana dalları olan sanat, ek iş konumu koşullarında sürdürüldü. Buradaki beter koşullarda yazarlıkla bir yerlere ulaşmak Türkiye'deki sorunların çok üzerinde.

ÖzgenErgin'i yirmi yıl önce yukarıda belirttiğim tasaları taşıyorken tanıdım. Yazma eğilimi onu sıkıştırdıkça geleceğin belirsizliği de onu ikircikleştiriyordu. Türkiye'den yeni gelen yazarlarımızın bocalamaları kafasını oldukça karıştırmıştı. O usta yazarlar varken kendine iş düşmeyeceği düşüncesi egemendi. Onların deneyimlerinin kendininkinden ileri olduğunu düşünerek yazdıklarını, yazacaklarını gün yüzüne çıkartmakta çekinceli davranıyordu. İçindeki birikimler, bir can damarına bağlıymışçasına anadiline bağlılığı, saygısı, sevgisi onu anlatıma zorluyordu. Diğer yazarlarımızın yapmak zorunda olduğunu o da yapmaya karar verdi. Gün boyu Almanca konuşarak çalıştığı işi bırakmadan, yazabildiğince yazacaktı. Bugüne dek de böyle sürdürüyor yazmayı.

ÖzgenErgin'in yazma serüvenini başlangıcından günümüze izlemeyi sürdürüyorum. Çoğu zaman bir araya gelerek söyleşiyoruz. Türk dilini çok sevdiğini, dile karşı çok duyarlı olduğunu saptıyorum. Yazılarında dil yanlışlarının üstüne olağanüstü bir çabayla gidiyor. Konuyla ilgisi ya da yakınlığı olan tanıdıklarıyla görüş alışverişinde bulunuyor. Kendi anadilinin yaman bir savaşçısı. Yazdığı her tümceyi, her sözcüğü bilebildiği en ince noktaya dek irdeliyor. Bir öykünün bitimi, ayları buluyor. Bittikten sonra da onları sürekli denetim altında tutuyor. Bitmiş öykülerini gerek benim gerekse -çok az sayıda bir iki kişi- başkalarının da okumasını isteyerek gözünden kaçanların olup olmadığını bir başka gözle görmek istiyor. Kılı kırk yarmayı kılı kırk bir yarmanın üzerine çıkarıyor. Önerilerin üzerinde önemle durarak değişikliklere kapısını açık tutuyor. O her şeyiyle günlük yaşamın tam ortasında ve içinde bulunan öykülerin adamı. Başkalarına bu nedenle hoşgörülü olabiliyor. dil yanlışlarına karşı hiçbir biçimde hoşgörülü yaklaşmıyor, ödün vermiyor. Aydın olmanın sorumluluğunun en ağır yükünü, dil konusunda taşıyor.

Dil konusunda onun çektiği sıkıntıları ben de çekerim. Oturup dertleşiriz. Dilimizi yitirmeme, geliştirme alıştırmaları yapma olanağı buluruz. Ben resim, o yazın dalında, söyleşiriz. Arada bir görev değişikliği de yaparız. O resim, ben yazın sorunlarına değiniriz. Bana düzenlice gönderilen "Türk Dili Dergisi"nden edindiğim yeni bilgileri aktarmaya, onlar üzerinde tartışmaya çalışırım. Zamanla o resim alanında, ben de yazın alanında bir şeyler yapma çabasına gireriz. Genelde sanatçılar arasında yaşanan sorunları biz yaşamayız. "Ben yazarım, resimden hiç anlamam! Ben ressamım, yazından hiç anlamam!" diyerek bir köşeye çekilmeyiz. İkimizce de alay konusu olan bu gibi yaklaşımlara birlikte üzülürüz. Sanat, tavşanlar, kediler, filler, maymunlar için yapılmıyor. Aydın kesim anlayamazsa, anlamak istemezse, anlamayı kime bırakıyoruz? Ne ben ressamlığın, ne de o yazarlığın yer değiştirmesini istiyoruz. Aydın olmanın gereklerini yerine getirmeye çalışıyoruz; olay bu. Müzik, tiyatro, sinema, yapı sanatları içinde olmak koşuluyla sanatın her alanına ilgi göstermek zorunda olmanın bilinciyle deviniyoruz. Bir ressamla bir yazarın iletişimi böylece sürüp gidiyor.

Yurtdışında bin bir çabayla yazın uğraşı vererek öykü kitapları çıkaran bir yazarın değerlendirmesini yapmak bence çok önemli bir görev. Olayın en yakın tanıklarından biri de benim. Yazın eleştirmenlerinin bu görevi daha iyi yerine getireceklerini biliyorum. Benim de bir değerlendirme yapabilmem söz konusuysa, yapmamam doğru değil. Yapamadıklarımı, yapabilecek durumda olan yazın eleştirmenlerinin tamamlaması gerekiyor.

Son çıkan kitabı "Galatalı Angelos". Diğer kitaplarıyla birlikte ele alınacak olursa, onun bir bütünü oluşturduğunu görürüz. Kendi içinde uyumlu biçemsel birliği, özgünlüğünü güçlendirmiş. Onun yaşam biçimine uygun biçem anlayışı, yaşamındaki gibi şaşırtıcı özellikler taşır. Yaşamın içinden doğar, yaşamın içinde bilinmeyen noktalara doğru yol alır. Beklenmedik bir yerde de bizi kendimizle baş başa bir yığın sorular, sorunlarla yalnız bırakır. Kendisi bir çözüm getirmez. Çözümleri ele alarak karşılaşılan çözümsüzlükleri önümüze serer. Kendine özgü bakış açısı, bizde de bir bakış açısı oluşturur. Önümüze çok sayıda çözüm yolları çıkar. Böylece hiç sezdirmeden, o kutsal yazma eylemine okuyucuyu da katarak, onun da üretime dışardan katılmasını sağlar. İşte sanat....

Alışverişteki pazarlığı, aldığı cekette ya da kazakta üretim hatası çıkması karşısındaki duyguları, bizi başka türlü çözüm yolları aramaya zorluyor. Bizleri öznelleştiriyor. Ele aldığı çok çeşitli konularla iç dünyamızın derinliklerine iniyor. Kendi içimizde, özlemlerimiz, duygularımız, çelişkilerimiz, tutkularımız, kösnüllüğümüz, törel anlayışımız, saplantılarımız, kuşkularımız, doğrularımız, eğrilerimiz, yanlışlarımız, bildiklerimiz, bilmediklerimizle, kılcal damarlarımıza dek dolaşıyoruz. Kimi zaman kendisi, kimi zaman da yaşadığı anlarla didişmeye giren ÖzgenErgin, bizleri de bu didişmenin içine sokuyor. Toplumsal yaşamdaki güzelliklerle kötülükleri onunla bir kez daha yaşıyoruz. Her şeyin üzerinde sevginin, sevmenin gerçek anlamını bularak orada odaklanıyoruz. Kinlenmeden, hırslanmadan, soğukkanlılığımızı koruyacak anlatım özelliğiyle sevgiyi her şeyin üstünde tutarak. Sevgiyi, sevmeyi bir başka biçimde gerçek yerine oturtarak... Alışkanlıklarımız, töreler, gelenek, göreneklerle oluşturulmuş yapının dışına çıkarak anlamlı boyutlara ulaşıyoruz. Sevgiyi, seviyi gerçek anlamda yerli yerinde kullanamadığımızın ayrımına varmamız isteniyor.

Bizleri birçok konuda yeniden düşünmeye zorlayan öykülerin birinde, köklü kurumlardan biri olan evlilik kurumunu en can alıcı noktasından yakalamış. Daha önce Bekir Yıldız'ın "Halkalı Köle" adlı kitabında bu kurumun sorunları ele alınmıştı. ÖzgenErgin'in "İç Sesim" başlıklı öyküsündeki duyumsamalar, "halkalı köleliğin" bir ömrü nasıl da olumsuz etkilediğini en can alıcı biçimde vurguluyor. Ne yaşam ne ırmaklar geriye akmıyor, akmayacak. Yinelenmeyecek ömür dediğimiz yaşam. Evliliğin özdeksel sömürüyü duygu sömürüsü yoluyla yaşama nasıl kıydığını, ne biçim bir tecimsel kuruma dönüştüğünü bu öyküde derinlemesine doyumsuyoruz. Toplumsal yaşamda yeniden değerlendirmemiz gereken birçok sorunun gözler önüne serildiğini görüyoruz.

"İç Sesim" dediği sesler, diğer öyküleriyle kendi iç seslerimiz oluyor. İçimizdeki bu gizli ses bizleri baştan aşağı sorguluyor. Tüm öykülerinde çok gizli, çok derin bir sorgulanmayla içimize giren ÖzgenErgin, benliğimizi baştan aşağı gözden geçiriyor. Onun öyküleriyle her yönden sorgulanmaktayız.

"Şarlo Kemal", "Derin Sularda" ve bu iki kitaptan seçilen 200 sayfalık 23 öykü ile "Charlie Kemal"- Almanca öyküler dizisinden sonra, "Galatalı Angelos"la edebiyatımıza yeni öyküler esintisi getirdi ÖzgenErgin.

Cumhuriyet Kitap 11.01.2001

Prof. Dr. Sargut Şölçün

Anlatıcının yalnızlığı

Hayatında şiir ve kurmaca bir metin üretmemiş ve hep başkalarının yazdıkları üzerine kafa yormuş biri için alıntılardan yararlanmak, başlamanın zorluğunu hafifletecektir. Akıllı bir söz, yazıya giriş sürecini hızlandıracağı gibi, düşüncenin gelişmesi açısından da verimlilik sağlar. Deneyelim: "Her metin, kendinin dışındaki gerçeklik üzerinde, ancak onu inkâr ettiği ölçüde hak iddia eder. Bir metnin yapısını bozma isteği ile onun karşısında duyulan arasındaki filolojik bağ, herhalde bu diyalektik metin-gerçeklik ilişkisinden kaynaklanmaktadır." Gerçeklikle gerçek ya da, örneğin, kısa bir hikâye ile bir kısa hikâye arasındaki farkın ciddiye alınmadığı bir edebiyat kültüründe, yukardaki cümlelerin ne gibi bir değeri olabilir? Bilmiyorum. Ancak, bu alıntıdaki tez ve kestirim, ÖzgenErgin'in hikâyelerini (ya da öykülerini!) değerlendirirken somutlaşacak, önem kazanacaktır.

ÖzgenErgin'in "Galatalı Angelos" (1999 Papirüs Yayınevi) başlıklı kitabındaki hikâyeler, öncelikle "Kurtarılmış Sokak", "Gümüş Çerçeve", "Marş" ve "İmza Günü" başlıklı metinler, bu hikâyeler sinmiş ironik ve melankolik atmosfer, bazı anlatım özelliklerine dikkati çekmekte ve bunlarla birlikte, belli sorunların doğmasına yol açmaktadır: Anlatıcının rahatlığı ve kendine güveni; anlatımın, yani o zaman ve mekân sürekliliğinin okura sağladığı tasavvur imkânı... "Vatansız vatanseverlik" (s. 8) gibi bir düşünce figürü (oksimoron); "İmza Günü"nde, masasında müşteri-okuyucu beklerken, kendini Amsterdam kerhanelerinde sergilenen vücutlardan daha "çaresiz" sanan ben-anlatıcının (kendi, işlevini sorunsallaştırması... Metnin gerçeğine, gerçekçiliği redderek kazandırılan değer... Bu kazanımların kaynağı, anlatıcının deneyimi midir? Yoksa bunlar, belli bir anlatım stratejisinin başarısı mıdır?... Besbelli ki, böyle sorular, Ergin'in daha önceki hikâyelerini yeniden okumayı gerektirecek. Ama birden "Çingene"yi hatırladım. "Çingene" basım yılının verilmediği "Şarlo Kemal"in (Ren Yayınevi; kitabın 1987 yılında yayımlandığını sanıyorum) içindeki "Öyküler"den biri ve zamanında beni en çok meşgul edeni..

"Çingene"yi yeniden okumak, şu saptamaları mümkün kıldı: Anlatım seyrinin ben-perspektifiyle belirlendiği metinde, cümlelerin komprime oluşu göze batmakta. Buna rağmen, cümleler ağırlaşmamakta, belli bir amaca yönelik hareket halinde, son derece kendine özgü bir hareketlilik içinde bulunmaktadır. Anlatım faaliyetiyle birlikte, üstü giderek açılan ama gizeminden tamamen ödün vermeyen bir gerçek(lik) doğmakta. Anlatıcının tavrı sayesinde, yukarıya doğru geliştiğini fark ettiğiniz çizgi, herhangi bir gerilime meydan vermeden, sizi bir tepe noktasına getirmekte: "- Çingene misiniz?" "- Ne yazık ki değilim. Türküm ben." (s. 31) Böyle bir patlamanın arkasından gelen düşüşle birlikte, metnin açığa çıkan dramatik yapısı içinde kişilerin nesnelere, olayın duruma ve sıradan olanın olağanüstüye karışması: Metnin başlangıç atmosferinin anlatıma yavaş yavaş yeniden egemen oluşu; hem anlatıcıda hem de okurda, o kendini ele vermemekle ünlü büyük gerçekliğin tuzağa düşürülmesinin sessiz tatmini... Bu saptamalar, başarılı bir anlatım stratejisine işaret etmektedir; metnin gerçeği, bu başarının ürünüdür.

Burada anlatıcı, gerçekliğin en zayıf anını nasıl kaçırmadığını mı bize göstermiştir? Hayır. Gerçeklik, metnin mikro yapısı içindeki kendine özgü hareketlilik sayesinde, bir biçim gücü ile taviz vermeye zorlanmıştır. Bu durumda, bir metnin gerçeği, onun inkâr ederek olumladığı gerçekliğin kazanılması demektir. Her anlatım stratejisinin hedefi budur. Bu hedefe ulaşıldıktan sonra, gerçekliğin içinden geldiği halde, ona ihtiyaç duymadan, kendi gerçeği ile varolan metnin yaşaması başlar. Biçim, metnin gerçeklikten bağımsızlaştığının somut kanıtıdır. "Çingene" başlıklı kurmaca metnin belli anlatım stratejisi, ancak belli bir biçim için geçerlidir; belli bir edebî türün alanı içinde geçerli olan biçimsel özellikler bağlamında gerçek değer taşır. "Çingene"deki anlatım stratejisi, metnin ait olduğu türün değil, o türün biçimsel değişkenliğinin başarısıdır. Örneğin: Ben rolünü oynayan anlatıcı, hikâyenin hem öznesi hem de nesnesidir; kendini saklamasına ne ihtiyacı vardır ne de imkânı; yani, anlatıcıyla anlatılan arasındaki mesafe sorunu, burada sorun olmaktan çıkmış, mesafe ya da mesafesizlik, bir naltamı figürü kadar önem kazanmıştır. Bu haliyle "Çingene", metin türü ve onun görünüm biçimleriyle ilgili teorik tartışmalara yardımcı olacak kadar tipik bir kısa hikâyedir.

ÖzgenErgin'in "Derin Sularda" (1990 Cem Yayınevi) başlıklı bir hikâye kitabı sayesinde, "Çingene"yi daha önce de düşünmüş olduğumu, yine ele aldığımı hatırladım. "Yeşil Ekinler İçinde" "Kan Kırmızı Gelincikler"i okurken, "Çingene"yle yine meşgul olmuştum. Oysa bu metnin yapısı, "Çingene"den çok farklıydı. Ne var ki, üçüncü tekil şahıs perspektifiyle anlatıcı, mesafeli davranmadığı gibi, görünmez olmak için de bir çaba sarf etmiyordu. Metnin gerçeği, anlatım stratejisi açısından diyalog biçimine dayandırılmıştı. Anlatıcının bir figür olarak içinde yer almadığı diyaloglar, ilüzyonu arttıran ve nesnel enformasyon aktaran pasajlar arasında köprü işlevi görüyordu. Peki, anlatıcının anlattıklarının dışında olduğu halde, figürlerin arasında sürekli varlığını duyurabilmesinin nedeni neydi? Anlatıcı, hikâyedeki kaçağa değil, ona "insanca" davranan karakol yazıcısına ilgi gösteriyordu: "Üç beş ay sonra, sizler de sivil olup jandarma karakollarına düşeceksiniz!" (s. 24) Kurmaca dünya, bir yandan nesne dünyasıdır, öte yandan da, özne bağlantısı olmadan kurulamaz. Nesne dünyası anlatıcının, özne bağlantısı figürlerin çalışma ve beceri alanı olmakla birlikte, anlatıcı hem nesnel hem de öznel olanın sorumluluğunu yüklenmiştir. Ergin'in anlatıcısı, üçüncü tekil şahıs perspektifinden anlatırken bile, kurmaca dünyanın öznel bağlantılarını nesnel bağımlılık içine sokmaya çalışmaktadır; yani, sorumluluğunu yerine getirmenin ötesinde, varoluş biçimini çoğaltma eğilimi taşımaktadır.

"Galatalı Angelos"ta, bu eğilimin yeni örneklerini bulmak mümkün. Anlatıcı; uygun malzeme, konu ve içerik yardımıyla da, en beklenmeyecek bir biçim içinde bile, hiç olmazsa dinleyici kisvesi altında varlığından bizi haberdar etmektedir: "Polis gelince, sizinkiler kuzu kuzu çekildiler. Günde otuz erkekle iş yapan genelev orospuları için kendini ölüme atan, en yakın arkadaşını, bu sokak kadınları yüzünden bıçaklayıp öldüren, Sicilyalılarla kıyasıya savaşarak, Weidengasse sokağını, neredeyse Constantinopol'u fetheder gibi fetheden Türklerin, bizim polisleri görünce utangaç-sünepe, ellerini önlerine bağlayarak uslanmalarının sırrını-sebebini, bugün bile düşünür, bir türlü bulamam." (s. 19) Anlatıcı, ben rolünü oynarken, bu eğilim artık önüne geçilemez bir istek olarak biçimlenmektedir: "İki tahta dolap dışında, duvardan yatak örtüsüne, yerdeki Çin halısından perdelere kadar, her şey çok açık duman mavisindeydi. Ansızın ayağım takıldı, belki de başım döndü, sırtüstü düştüm yatağa." (s. 36) Görüldüğü gibi, anlatıcının ben-perspektifine sahipken aşırı aktif olmasına gerek bile kalmamaktadır. Anlatıcının varoluş biçimini çoğaltması, bir nitelik sorunudur. Kurmaca dünyanın öznel bağlantısı daraldıkça, anlatıcının nesnel dünya içindeki öznelliği belirginleşmekte; tek başınalığı, yalnızlığı, hatta çaresizliği somutlaşmakta; modern dünyanın çaresiz bireyine gittikçe daha çok benzemekte; gerçeklikten koparılmış metin gerçeği içinde, dopdolu hayat demek olan o büyük gerçekliğe okuru yeniden göndermektedir.

Edebi türler tarihsel-nesnel oldukları kadar, görünüm biçimleriyle özneldirler de. Öznel olan görünüm biçimi, metnin gerçeklikten bağımsız gerçeği sayesinde nesnel değere kavuşur.ÖzgenErgin'in hikâyelerinde rastladığımız anlatıcı, bu tür-biçim değişkenliği ilişkisi içinde kendi varlığını inatla savunurken, metnin (öznel) nesnelliğinin dışında, ondan bağımsız bir anlam ifade etmektedir. Yalnız kaldığının bilincine varmış anlatıcı, yalnızlığına karşı çıktıkça tekleşmekte, figürlerine yaklaştıkça, kendisinden başka kimseye rastlamamaktadır. Bu yalnızlık, edebiyatın içinde bir estetik, bir kültür sorunu olduğu kadar, onun dışında, bir yaşama ve algılama biçimidir. Yalnız anlatıcı hiperaktifliği sayesinde bu noktalara dikkatimizi çektiği için, bir düşünce figürü haline gelmektedir. Öte yandan Ergin'in böyle bir anlatım stratejisinde ısrar etmesi, metinlerini röportaj atmosferine sokabilir. İlerde, ben-perspektifinden ya da hiperaktif anlatıcıdan derin tahliller ve içe bakış beklenecektir. Bu beklenti doyurulmadığı zaman, yalnız anlatıcının kurmaca ikna gücü zayıflayabilir. Hikâye yazarının metinlerine "roman uçları" niteliğini yakıştırması, belki tesadüf değildir. Nitelemenin içinde saklanan hipotez, bir söz verme olarak anlaşılırsa, ÖzgenErgin'in roman yazması kaçınılmazdır. Belki bu beklentiyle ayazarı yanlış anlamış olacağız... Zararı yok; yanlış anlama, edebiyat aracılığıyla iletişimin gerçekleşmesine yarayan bir kanaldır.

Cumhuriyet Kitap 20 OCAK 2000

Özgen Ergin'nin yeni öyküleri

Galatalı Angelos

ÖzgenErgin'in öykülerinde lokantalar, oteller kadar gezi öyküleri de büyük bir yer tutuyor. Bir başka ortamdan, bir başka coğrafyadan süzülen, derlenen, oluşturulan öykülerde yazar, işin içine kendini fazlasıyla katar. Öykülerinde boy göstermeyi seviyor ÖzgenErgin, çünkü o da bir öykü kahramanıdır yazdıklarında.

GÜLTEKİN EMRE

ÖzgenErgin, Şarlo Kemal (1987) ve Derin Sularda (1990) topladığı öykülerine Galatalı Angelos'u da ekledi.

1973'ten beri Almanya'nın Köln kentinde yaşayan ÖzgenErgin, halkla ilişkiler ve sosyal hizmetler uzmanı olarak çalışıyor. Karma ve kişisel resim sergilerinden tiyatro çalışmalarına uzanan geniş bir yelpazede verimli olmaya çalışıyor.

ÖzgenErgin, öykülerinde gözlem gücünün ayrıntılarında dolaştırıyor okuru. Onun öyküleri lokantaların ve otellerin sıcak ortamlarında, yemek, meze, içki kokuları arasında sigara dumanlarının izin verdiği ölçüde ortaya çıkan görünümlerle, kişilerle, olaylarla gözler önüne serilir. Konuşmaya, anlatıma dayalı öyküler yazıyor ÖzgenErgin. İnsanı dıştan sarıyor, kucaklıyor, sonra da bir gedik bulup yarattığı kahramanların içine sızmaya çalışıyor.

Çok kültürlü ortam
Köln kentinin çok kültürlü ortamında boy veren ÖzgenErgin'in öykülerinde Türkiyeli, Yunanlı, Kürt, İtalyan, Alman, Yahudi kahramanlar birbirine girmiş, iç içe geçmiş bir biçimde hayat bulurlar, öykülerin temel direğini oluştururlar. ÖzgenErgin'in öykülerinde lokantalar, oteller kadar gezi öyküleri de büyük bir yer tutuyor. Bir başka ortamdan, bir başka coğrafyadan süzülen, derlenen, oluşturulan öykülerde yazar, işin içine kendini fazlasıyla katar. Öykülerinde boy göstermeyi seviyor ÖzgenErgin, çünkü o da bir öykü kahramanıdır yazdıklarında. Kendisi olmadan olmazmış gibidir onun öykülerindeki anlatıcı.

Avrupa'ya göçün ilk duraklarından biri olan Köln'deki Türkiyelilere de öykülerinde yer veren ÖzgenErgin, gurbet öyküleri yazmıyor bana göre. Gurbeti sulandırmadan, duygu sömürüsüne girmeden, oldukları gibi alıyor Köln'deki bizimkileri.

Anlatıma dayalı öykülerinde ÖzgenErgin, cinsel unsurlara da ustaca yer vermekten kaçınmıyor. Cinsellik onda vazgeçilmez bir malzeme, o bu malzemeyi yaşamın izin verdiği ölçüde ele alıyor, ortaya çıkarıyor: O, cinselliği, öykünün kalıplarını zorlamadan, anlatımını sulandırmadan, erotizmi çok öne çıkarmadan birer fırça derbesiyle gözler önüne seriyor.

Kitabın giriş öyküsü Galatalı Angelos'ta hiç eskimeyen bir Türk-Yunan dostluğunu sıcacık duygularla öyküleştiriyor ÖzgenErgin. Kurtarılmış Sokak'ta bir kentte çoğalmanın, giderek mafyalaşmanın uç noktalara varışını öyküsünde ağırlayan yazar, Estherce'de de İsrail'e yaptığı yolculukta yaşadıklarını ele alıyor. Gümüş Çerçeve öyküsünde işsiz bir adamın duygularını ve İtalyan mafyasının sürprizlerini işliyor. Yazlık Komşum öyküsünde de tatil ortamı içinde yaşananlara, ilişkilere, dostluklara değiniyor yazar. Karanlık Kattaki Işık'ta da yaz ortamında, otelde gelişen bir sevdanın izini ortaya çıkarıyor. Mor Koyu Mavi'de bir grup arkadaşın yurtdışından gelen bir arkadaşlarıyla yemeğe gidişlerini masaya yatırıyor. Yüreğimdeki Boşluk öyküsünde unutulmaz bir sevdanın yürekte bıraktığı boşluğa değiniyor ÖzgenErgin. Marş öyküsü Körfez bunalımı sırasındaki sığınmacıların sorunlarını, yaşadıklarını, korkularını, umutlarını ele alıyor. Wladimir'in Nâzım Hikmet'i öyküsünde yazar, Moskova gezisi öncesinden gelişen bir dostluktan, kaynaşmadan söz ediyor. İmza Günü öyküsü, İstanbul Kitap Fuarı sırasında yeni kitabı yayınlanan ve yurtdışından gelen bir yazarın yaşadıklarına ilişkin gözlemleri içeriyor. Kenan adlı öyküsünde Özgen Ergin, para karşılığı yatmak için kadın arayan birinin çektiği sıkıntıları gözler önüne seriyor. İç Sesim'de yaşadığı yurtdışı ortamıyla geldiği ülke arasında bocalayan, gidip gelen birinin içsel düşünceleri öyküye ağdırılmış. Kitapçı Hilmi'de, yurtdışındaki entel düzeyimizi bir kitapçı çerçevesiyle ele alıyor ÖzgenErgin. Sınır Kapısı'nda Almanya'da yaşayan bir Türk ailesinin İsviçre sınırında yaşadıklarını öyküleştiriyor. Amerikalı Türker Teğmen'de havaalanında uçak bekleyenler arasında gelişen bir dostluğun ve Amerikalılaşan bir gencin öyküsü ele alınıyor. Katolik Kapıcı'da ÖzgenErgin, dul kalan bir Müslüman kadının Katolik kapıcıyla cinsel ilişkiye geçmesinin ardından intihar edişini, ailenin çözülüşünü öyküleştiriyor. Martılar Uçtu'da, modelleriyle ilişkisi olan ve açtığı resim sergisine gitmeyen, yaydığı hastalık söylencesiyle resimlerinin satılmasını planlayan birinin öyküsünü dile getiriyor yazar.

ÖzgenErgin'in yeni öykü kitabı Galatalı Angelos farklı duyarlıklardan çok ortak duygu, düşünce ve anlatımlar içeriyor. Galatalı Angelos, Papirüs Yayınları'nın, "Çağdaş Türkçe Edebiyatta Yeni Soluklar" dizisinin bir kitabı olarak okurla buluşturulmuş.

Galatalı Angelos, ÖzgenErgin, Öyküler, Papirüs Yay., 1999, s.144