|
tüm unutulanlar unutulmuştur
nerededir ve nasıldır soruları
şaraplara çoktan meze olmuştur
bir sürü isim akılınızda bile kalmamıştır
bütün sevdiklerinizi
-tek tek- başkaları almıştır
anılar güzel bir yemektir sanki
-açken yediğiniz-
tadı damağınızda kalmıştır
Sadece yaşanılmış olsun diye mi yaşanır? Ağlamalar, gülmeler, sevmeler,
sevilmeler, laf olsun diye midir? Anılarımızı sokaktan geçen bir eskiciye -boş şişeler ya da bir zamanlar giymeye kıyamadığımız bir kazak eskisi gibi-
plastik mandal karşılığında mı vereceğiz? Hayır!
Üç harften oluşan anı sözcüğü müdür dünyanın duvarlarına tırmanmak için
parmaklarımızı parçaladığımız? Yoksa anılarımıza tutunarak duvarın üzerine çıkmak, oturup günbatımını seyredebilmek midir tüm amaç? Bunlar
mıdır bizi yaşatan? Evet!
Boş bir şişenin, eski bir kazağın ne kadar değeri olabilir ki demeyin. Nasıl kullanılmış, hatta, üzerine damga
vurulmuş bir pul, zarfından özenle çıkartılıp özel bir defterin arasında saklanarak, yıllar sonra değer kazanabiliyor? Belki boş şişeler değil ama üzerindeki
etiketlerin de öyle değer kazanabileceğini düşünmüşümdür. Her ne kadar çağımızdaki bu tüketim arsızlığı, bir kazak eskisi için fazla düşünmeye gerek
olmadığını, onunla neler yaşandığını bizlere unutturmuş olsa da!
Sakın sanayide kullanılan, hepsinin birbirine benzediği, dünyayı
pisletmekten başka bir işe yaramayan pet/plastik şişelerden bahsettiğimi sanmayın! Ben kendinizin doldurduğu, mantarını sizin kapattığınız, etiketini el
yazınızla yazdığınız şişelerden; annenizin, ablanızın veya sevgilinizin size ördüğü kazaklardan söz ediyorum.
Peki ne yapacağız tüm bu yaşanmışlıkları, ne olacak bu şişeler, kazak eskileri?
İsterseniz bir tarafa bırakalım şimdi el örgüsü
kazaklarımızı. Şişelerden söz edelim: Binlerce mektup almışızdır eşten-dosttan, yüzlerce armağan. Onlarca fotoğraf, diploma, ödül
asmışızdır duvarlarımıza. Acılar, sevinçler, ıslanmışlıklarımız, kurumuşluklarımız vardır dünün düşünde. Ne yaparız
bunları? Kimilerini benliğimizde, kimilerini günlüklerimizin arasında... Bir kısmını fotoğraflarda dondurup albümlere dizerek, filmini çekerek, sağa sola not ederek, çoğunu
ise içdüşümümüzün -loş bir şekilde- ışıklandırılmış mahzenine koymaz mıyız?
Bize en çok gerekli olabilecekleri -elimizi attığımızda
hemen bulabileceğimiz- rafların görünür yerlerine dizmişizdir. Belirli aralıklarla tozunu almış, titizlikle çevirmişizdir şişeleri; ne zaman açıp içileceğini
bilmediğimiz şaraplar gibi. Neler yoktur ki orada? Şişelendirme tarihi, 1946, 1955, 1982, 2000... Etiketlerinde arkadaşlarım, eski evimiz, dolaştığım sokaklar,
öptüğüm dudaklar, geziler yazılıdır; doğumlar, ölümler karalanmıştır.
Ağzına kadar dolar, çok az yer kalır bir gün mahzende. Bir ara usulca merdivenlerden
inilir. Hafif bir gıcırtı duyarsınız, içdüşümünüzde açılırken kapı. Ana ışık yakılır. Yıllar yılı -belirli aralıklarla- çevrilen,
tozu alınan, eskiyen, yıllanan; kimilerinin gerçekten yenisine karşın daha çok değer kazandığını, kimilerinin ise yanlış mantar tıkanmış, hava
sızdırmış, bozulmuş olduğunu görürsünüz. Birkaç şişenin boşuna yer kapladığını düşünür, üzülürsünüz. Kaldırıp atamazsınız.
Günlerce, aylarca şişeler elden geçirilir. Etiketler -yeniden- tek tek irdelenir. Bunları yaparken bir düşünce sarar, bir telaş alır insanı. Ben bu kadar şarabı tek
başıma nasıl içerim? sorusunu sorarsınız kendinize. Bunun bir tek çözümü olduğuna karar verirsiniz: Eş-dost çağrılmaya, masaya taze ekmek, sızma zeytinyağında
yüzen yeşil zeytin, yıllanmış şaraplar konmaya başlanır.
Boş şişeler, bunları ne yapacaksınız? diye sorar sofradakilerden biri. Elbet günün
birinde bir eskici geçer sokaktan. diye cevap verir Mustafa Halit Umar. Elbet bir gün şişelerin etiketlerine not edilenleri birileri merak eder, okur. der, buyur ettiği dostlarına. Sonra
masanın üzerinde duran şişelerden birini büyük bir özenle alır. Etiketine bakar. Zorla okunan rakam 1963dür. Yıllar etiketi neredeyse okunamayacak derecede eskitmiştir. Gözlüklerini takar,
masanın üzerindeki mumu yanına çeker; ışığının altına doğru yatırır şişeyi. Brezilyalı Adelmar Tavaresden not ettiği bir öyküyü okumaya
başlar Anılar Sofrasında:
- Tenorio Baba, siz hiç deniz kızlarının şarkısını işittiniz mi? Tenorio Baba, piposunu kıyıya
çekilmiş eski sandalın bordasına vurdu. Sayısız hatıralarla yüklü başını eğdi ve düşünmeye başladı.
Mehtap, oturduğumuz takanın üzerinde
Tenorio Babanın enginlerin güneşiyle yanmış yüzünü aydınlatıyor, beyaz kumsalın fonunda ihtiyar balıkçının zayıf ve uzun silueti büsbütün ortaya
çıkıyordu. Tenorio Babanın açık gömleğinden göğsüne değen beyaz sakalına baktıkça, kendimi efsanevi bir velinin karşısında zannediyordum.
Her gün
kapısının önünde, burnunun ucuna düşmüş gözlükleri ve kulaklarına kadar geçmiş beresiyle, öksüre tıksıra kitap okuyan ihtiyarcıktan o kadar farklıydı ki
şu anda.
Eski deniz kurdu, artık emekliye çıkmıştı. Yemyeşil ağaçları, serseri yelkenleri, aşk şarkıları ve neşeli evleriyle
ışık dolu Ponta-Evelaya karşı, mahzun bir filozof kayıtsızlığıyla yaşıyordu.
- Elbette işittim, diye söze başladı. Tam yedi taneydiler.
Böyle bir geceydi. Teker teker suyun yüzüne çıktıklarını görmüştüm. Çocuk sayılacak bir yaştaydım. Balık avından dönüyordum. Ayın ışıklarıyla
yıkanan deniz, bir göl kadar sakindi.
Birincisinin elinde bir gül demeti vardı ve şarkı söylüyordu. Ah bu deniz kızları ne kadar güzel şarkı söylerler. Ben
Hülyayım. Bana gel; yaşaman için sana yardım edeceğim; hayatı tatlılaştıracağım. diyordu. Fakat o anda melekler gibi kanatları, zümrüt gibi yeşil gözleri
olan ikincisi; şarkıya şunları ilave etmişti: Bana gel, ben Aşkım. O sana hülyayı vaat ediyor. Fakat hayal kurmanın asıl manasını sana veremeyecektir.
Onun için aşık ol... Üçüncüsü: Ümit et, dedi, ben Ümitim. Hayal kurmadan ve aşık olmadan önce beni dinle. Bensiz hülya ve aşk neye yarar ki? Sana söyleyecek ne güzel şeylerim
var benim. Üçü de: Zafere bak, Zafere... diye koro halinde şarkıya devam ettiler. Zafer, güzel beyaz kollarında bir taç taşıyordu. Sesi baş döndürecek kadar büyülüydü.
Beşincisi ise şarkı söylememiş, sadece gülümsemişti. Avuçları altın ve mücevher doluydu. Taşıdığı servet, ay ışığında pırıl
pırıl parlıyordu. Kendisi esmer ve güzel, gözleri gece gibi siyah ve derindi. Ben Servetim, diyordu. Senin gerçek ve tek dostun. Benimle Hayale, Aşka, Ümite ve Zafere sahip olabilirsin.
Seni kimsenin sevemeyeceği kadar seveceğim. Sütunları, incilerden, mercanlardan yapılmış saraylar vereceğim sana sevgilim. Hasretle seyrettiğin ötekilerin hepsi, birer köpükten
ibaret yalanlardır. Onların hepsi yalandır, yalan... O sırada birden gözlerim kamaştı. Sevimli ve vakur Saadet yükseliyor, tatlı sesiyle: Sana arılar vereceğim
Koyunlar vereceğim sana, Ağaçlar, ballar vereceğim. diyordu. Servet gülerek: Bu da sadece köpük. dedi. Ben kendimi deniz kızlarının şarkısına
kaptırmıştım. Nihayet bir kamelya kadar beyaz olan yedincisi gözüktü. Bütün arkadaşları onun geniş kanatları altında toplandılar. O öyle bir kahkaha attı ki içimi
bir korku kapladı. Ben Hayatım. Sana Hülyayı, Aşkı, Ümiti, Zaferi, Serveti, Saadeti yalnız ben verebilirim balıkçı çocuğu. Bunların hepsi yalancı!
dedi. Daha hızlı gülmeye başladı ve ötekilerin şarkılarını sulara gömerek, kendisi de denizin derinliklerinde kayboldu. Merakla ve pek safça:
- Tenorio Baba, onları tekrar gördünüz mü, diye sordum. Omuzlarını silkti: - Evet gördüm, dedi. Hayal ettim, sevdim, ümitlendim, acı çektim. (Ve piposunu temizleyip tekrar doldurdu,
yaktı; ihtiyar bakışlarını bembeyaz gecenin nihayetlerinde gezdirdi.) - Meğer en yalancısı, en güzel olanıymış.
Hangisi olduğunu soran gözlerime bakarak içini çekti: - Hayat, dedi.
Nidâ Öz
8 Aralık 2003 / Darmstadt
|